Yolumuzu Aydınlatanlar

ehlisunnet

Ehli Sünnet Alimlerinin Hayatları read less
Religion & SpiritualityReligion & Spirituality

Episodes

Ibni Abidin Hazretleri 2. Bolum
Jul 4 2023
Ibni Abidin Hazretleri 2. Bolum
Şam’da yetişen âlimlerin en büyüklerinden. Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimi olan İbn-i Âbidîn’in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz’dir. 1198 (m. 1784) senesinde Şam’da doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. O vilâyet güneşinin Şam’da cenâze namazını İbn-i Âbidin hazretleri kıldırdı. Çok kitap yazdı. “Dürr-ül-mahtâr”a yaptığı haşiyesi beş cild olup, “Redd-ül-muhtâr” adı ile birkaç defa basılmıştır. Hanefî mezhebinde en sağlam fıkıh kitabıdır. İbn-i Abidîn 1252 (m. 1836) senesinde Şam’da vefât etti. İbn-i Abidîn, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte ticâretle meşgûl oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur’ân-ı kerîmi okumaya devam ediyordu. Birgün dükkânlarının önünde Kur’ân-ı kerîm okurken, oradan geçen biri; “Burada bu şekilde Kur’ân-ı kerîm okuman uygun değildir. Hem okumanı da daha iyi bir şekilde düzelt” dedi. Bunun üzerine babasından izin alarak, o zaman Şam’daki meşhûr kırâat âlimlerinden Şeyh-ül-Kurrâ Sa’îd-ül-Hamevî’ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir “Meydâniye”, “Cezeriyye” ve “Şâtıbıyye” kitaplarını okudu ve ezberledi. Kur’ân-ı kerîmin doğru ve tam okunmasını bildiren kırâat ilmini iyice öğrendikten sonra, sarf, nahiv ve Şafiî fıkhını öğrendi. Bu ilimlere dâir ana metinleri de ezberledi. Bundan sonra, o zamanın en meşhûr âlimlerinden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimî’nin derslerine devam etti. Fen ve sosyal ilimlerin, yanısıra, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin tavsiyesi üzerine, Hanefî mezhebine geçti. Daha onyedi yaşında iken, fıkıh kitapları üzerine haşiye ve şerhler (açıklama ve izahlar) yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı. Hadîs ilminde de, Şam’da bulunan muhaddis Kuzberî’den icâzet (diploma) aldı. İlimde o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayatta iken büyük bir şöhrete kavuştu. İbn-i Abidîn (rahmetullahi aleyh), zâhir ilimlerini öğrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamanın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den öğrendi. Onun sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. İbn-i Abidîn’in ilimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğlu Alâeddîn Muhammed şöyle anlattı: “Babam uzun boylu, heybetli ve vekârlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı, ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri devamlı kitap yazar, az uyurdu. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve gözyaşı dökerdi. İnsanlara faydalı olmak husûsunda çok titiz davranır, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi.” İbn-i Abidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhûr olup, kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur. Haramlardan, mekrûhlardan ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehablara, edeblere uymakta son derece titiz davranırdı. Beş vakit namazda, tahıyyâti okurken, Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin kıymetli talebelerinden olan İbn-i Abidîn, ondan ders aldığı sıralarda, birgece rü’yâda Resûlullahın ( aleyhisselâm ) üçüncü halîfesi Hazreti Osman’ın vefât ettiğini ve Câmi-i Emevî’de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine bu rü’yâyı olduğu gibi anlatınca, o da; “Senin rü’yânın ta’biri, Allahü teâlâ bilir ki şöyledir: “Ben yakında vefât ederim, sen benim cenâze namazımı Câmi-i Emevî’de kıldırırsın. Çünkü ben, Hazreti Osman’ın torunlarındanım” buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî tâ’ûn (veba) hastalığından şehîd olarak vefât etti. Namazını İbn-i Abidîn kıldırdı. İbn-i Abidîn hazretleri, fakirlere pekçok sadaka verir, akrabasını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi. Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam’da ve diğer şehirlerdeki şer’î mahkemelerde ihtilaflı hüküm verilse, derhal ona müracaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor mes’eleler ona sorulurdu. İhtilaflı birşey hakkında ona müracaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla öyle açıklamalar kordu ki, böylece en zor mes’eleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslupla yazardı. Birçok talebe yetiştirip icâzet (diploma) vermiştir. Başlıca talebeleri, kendi kardeşi Allâme es-Seyyîd Abdülganî, akrabasından Emîn-ül-fetvâ Ahmed Efendi, Sâlih İbni Seyyid Hasen Abidîn, İstanbul’da ikinci derecede Mecidiye nişanı (ilim rütbesi) almış olan ve o zaman Medine’de kadılık yapan, ilimde parmakla gösterilen Câbi-zâde de İbn-i Abidîn’den ders alarak çeşitli ilimleri öğrendi. Bunlardan başka; tasavvufda ve diğer ilimlerde meşhûr olan eş-Şeyh Yahyâ Serdest, “Kudûrî” ve “Akîdet-üt-Tahâvî”yi şerh eden Allâme Abdülganî Güneynî el-Meydânî, Hanefî fıkhında icâzet alan Hasen el-Baytar, “Dürer”i şerheden İstanbullu Ahmed Efendi, Şam’da mîrâs hesapları ve taksimi (ferâiz) işlerine bakan Seyyid Hasen er-Resâme, fen, sosyal ve dînî ilimlerde birçok kıymetli kitaplar yazan Yûsuf Bedreddîn el-Magribî, Allâme Muhammed Cukıllî, İzmir ulemâsından ilim payesi (rütbesi) sahibi Muhammed Efendi, “Elfiye” ve “Dürr-ül-Muhtâr” kitaplarını geniş olarak açıklayıp yeni bir kitap yazan Abdülkâdir Hallâsi, Dımeşk müftîliği yapmış olan Ali Murâdî Efendi, Şam kadılığı yapmış olan Anadolu kadıaskeri Abdülhalîm Efendi, Hasen bin Hâlid Muhammed Tillovî, Muhyiddîn Yâfiî, zamanında Şeyh-ül-kurrâ olan Ahmed Mahlâvî el-Mısrî, Bağdat’ın meşhûr âlimlerinden Molla Abdürrezzâk Bağdadî, “Mecelle”yi hazırlayan komisyonda bulunan oğlu Alâeddîn Muhammed gibi daha birçokları, İbn-i Abidîn’in derslerine devam ederek icâzet (diploma) almışlardır. İbn-i Abidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Ya’nî önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru olarak nakil yapanlar derecesindedir. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (rahmetullahi aleyh) kendisine yazdığı bir mektûp aşağıdadır. “Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Abidîn’e en güzel duâlarımı ve en latif medhlerimi bildiririm. Sizinle görüşüp buluşma arzumuz çoğaldı. Size olan muhabbet ateşimiz arttı. Şeyh İsmâil Enârânî’nin sizden tarafa gitmesini vesile ederek bu mektûbu yazıyorum. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pekçok duâlara mazhar oldunuz. Siz de bizim hâlimizi sorarsanız, sevdiklerimizden uzak kalmamızın acısı içindeyiz. Allahü teâlâdan dileğimiz, sizin de öyle olmanızdır. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânın izni ile, her sıkıntınızda bütün gücümüzle size yardım edeceğiz. Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yanınızda olduğumu bildiririm.” İbn-i Âbidîn, 1252 (m. 1836) senesinde ellidört yaşında iken Şam’da vefât etti. Vefât haberini duyan müslümanlar, böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayı çok üzülüp gözyaşı döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemiş bir kalabalık teşkil etti. Tabutu parmaklar üzerinde taşındı. Cenâze namazı Sinân Paşa Câmii’nde kılındıktan sonra, Şam’da “Bâb-üs-sagîr” denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtından yirmi gün önce, hocalarının ve büyük zâtların kabirlerinin yanında kendisi için kazdırmış olduğu kabre defnedildi. Eserleri: En meşhûr eseri Redd-ül-muhtâr’dır. İbn-i Âbidîn bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-muhtâr kitabına yaptığı beş cildlik hâşiyesidir. Kitap, “İbn-i Âbidîn” ismiyle meşhûr olmuştur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Fukahâ (fıkıh âlimleri) tarafından, üzerinde söz edilmiş her mes’elenin hülâsası, bütün kelâm âlimlerinin kabûl ve takdîr ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamanına kadar yazılmış olan fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oğlu tarafından “Kurret -ül-Uyûn-il-ahyâr” adında bir tekmile yazılmıştır. Şam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hıdır da, İbn-i Âbidîn kitabının bir fihristini hazırladı ve 1962’de basıldı. Bundan başka; Tefsîr-ül-Beydâvî haşiyesi, El-İbâne, El-Ukûd-üd-dürriyye, İthâf-üz-zekî, Bugyet-ül-menâsik, Tahrîr-ül-İbâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Şifâ-ül’alîl, Ukûd-ül-le’âlî, îcâbet-ül-gavs, Sell-ül-hisâm-il-Hindî li Nusreti Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî (Bu eserinde Mevlânâ Hâlid hazretlerine dil uzatanlara cevap vermekte, kerâmetin hak olduğunu isbat etmektedir), El-İlm-üz-zâhir, El-Fevâid-ül-Adbe, Menhel-ül-Vâridîn (bu kitap, İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından ofset olarak yayınlanmıştır), El-Ukûdü Resm-il-müftî Nesemât-ül-eshâr gibi daha birçok kıymetli eserleri vardır. Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliyyi kâmil ve mükemmil seyyid Abdülhakîm Efendi; “Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faidelisi “İbn-i Âbidîn”dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir...” buyurdu. İbn-i Âbidîn hazretleri, her sözünü, her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı a’zamdan, o büyük İmâm da Kitâbdan ve sünnetten almıştır. İbn-i Âbidîn’in bildirdiği hükümlere tâbi olan her müslüman, Kitaba ve sünnete tâbi olmaktadır. Ona uymak istemeyen kendi hevasına, nefsinin arzularına tâbi olmuş demektir. Böyle kimsenin Cehenneme gideceğini Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler haber vermektedir. Derin fıkıh âlimi olan İbn-i Âbidîn hazretlerinin kitaplarından ba’zı fıkıh hükümleri aşağıdadır: Redd-ül-muhtâr, beşinci cild, beşyüzyirmidördüncü sahifede buyuruyor ki “Resûlullahı vesile kılarak, Allahü teâlâya duâ etmek güzel olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı birşey demedi. Yalnız İbn-i Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin söylemediğini söyleyerek, ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. Böyle olduğunu, İmâm-ı Sübkî güzel açıklamaktadır.” Üçüncü cild, “Cihâd” bahsinde şöyle buyurmaktadır: “Düşman hücum ettiği veya hücum korkusu olduğu zaman, her müslümanın harb etmesi farz-ı ayndır.” Beşinci cild, ikiyüzaltmışdokuzuncu sahifede şöyle buyurulmuştur: “Anayı, babayı ve kadının zevcini, adları ile çağırması tahrîmen mekrûhdur, büyük günahdır. Ta’zîm ile, saygı anlatan kelimeler ile ve yanına giderek çağırmaları lâzımdır. Uzakdan, yüksek sesle çağırmamalıdır.” Birinci cildin kırkyedinci sahifesinde şöyle buyurulmuştur: “Hanefî mezhebinin bilgileri, sonraki âlimlere üç yoldan gelmiştir: 1- “Usûl” haberleri olup, bunlara zâhir haberler de denir. Bunlar, Hanefî mezhebinin sahibi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’den ve talebesinden (rahmetullahi aleyhim) gelen haberlerdir. Bu haberler, İmâm-ı Muhammed’in altı kitabı ile bildirilmektedir. Bu altı kitap; El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi us-sagîr, Es-Siyer-üs-sagîr, El-Câmi’ul-kebîr, Es-Siyer-ül-kebîr kitaplarıdır. Bu kitapları İmâm-ı Muhammed’den, güvenilir kimseler getirdiği için, “Zâhir haberler” denilmiştir. Usûl haberlerini toplayan Hakim Şehîd Muhammed’dir. Bunun “Kâfi” kitabı meşhûrdur. Kâfi’nin şerhleri çoktur. 2-Nevâdir haberleri olup, yine bu imamlardan gelen haberlerdir. Fakat, bu haberler, o altı kitapda bulunmayıp, İmâm-ı Muhammed’in; El-Kîsâniyyât, El-Hârûniyyât, El-Cürcâniyyât, Er-Rukiyyât adındaki kitapları ile bildirilmişdir. Bu dört kitap, yukarıdaki altı kitap gibi, açıkça ve sağlam gelmiş olmadığından, bu haberlere “Zâhirî olmayan haberler” de denir. Ayrıca, İmâm-ı a’zamın talebesinden Hasen bin Ziyâd’ın “Muharrer” adındaki kitabı ve İmâm-ı Ebû Yûsuf’un “Emâlî” adındaki kitabı ile bildirilmişlerdir. 3-Vâkı’ât haberleri, üç İmâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri mes’elelerdir. Böyle haberleri ilk toplayan, Ebü’l-Leys-i Semerkandî olup “Nevazil” kitabını yazmıştır.” Birinci cildin otuzbeşinci sahifesinden: “Fıkıh bilgisi, ekmek gibi, herkese lâzımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) olup, Eshâb-ı Kirâmın yükseklerinden ve en âlimlerinden idi. Bunun talebesi Alkama bu tohumunu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrâhim Nehâî, bu ekini biçmiş, ya’nî bu bilgileri bir araya toplamıştır. Hammâd-ı Kufi, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe öğütmüş, ya’nî bu bilgileri kısımlara ayırmıştır. Ebû Yûsuf hamur yapmış ve İmâm-ı Muhammed pişirmiştir. Böylece hazırlanan lokmaları, insanlar yemektedir. Ya’nî, bu bilgileri öğrenip dünyâ ve âhıret saadetine kavuşmaktadırlar. İmâm-ı Muhammed pişirdiği bu lokmaları dokuzyüz doksan dokuz kısım bilgi grubu halinde talebeye bildirmiştir. Altı kitabından, sagîr (ya’nî küçük) dediğinde, İmâm-ı Ebû Yûsuf vâsıtası ile öğrendiklerini bildirmiş, kebîr dediği kitaplarda, yalnız İmâm-ı a’zamdan işittiklerini bildirmiştir.” “Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz var idi. Hepsinin kıldığı, bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kılmak, îmânın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, imânın şartıdır. Namaz, duâ demektir. Dînin emir ettiği, bildiğimiz ibâdete, namaz “Salat” ismi verilmiştir. Mükellef olan (ya’nî âkil ve baliğ olan) her müslümanın, hergün beş vakit namazı kılması “Farz-ı ayn”dır. Farz olduğu, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Mi’râc gecesinde, beş vakit namaz emrolundu. Mi’râc, hicretten bir yıl önce, Receb ayının yirmiyedinci gecesinde idi. Mi’râcdan önce, yalnız sabah ve ikindi namazı vardı” “Yedi yaşındaki çocuğa, namaz kılmasını emretmek, on yaşında kılmaz ise, el ile döğmek lâzımdır. Mektebdeki muallim, talebesini çalıştırmak için el ile üç kerre döğebilir. Daha fazla vuramaz. Sopa ile döğemez. Bu yaştaki çocuklara, başka ibâdetleri de öğretmek ve yapmağa alıştırmak, günahlardan menetmek lâzımdır.” Namazın mekrûhlarını anlatırken buyuruyor ki: “Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeylerden birisi, âdet olarak, ya’nî her kavmin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan haram olmayıp, insanlara fâideli olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak hiç günah değildir. (Pantolon, çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek, herkesin önüne tabaklar içinde koymak, ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak, çeşitli eşya ve âletleri kullanmak hep âdete bağlı şeyler olup mubâhdırlar. Bunları kullanmak, bid’at olmaz, günah olmaz.) Resûlullah ( aleyhisselâm ) papazlara mahsûs olan ayakkabıyı kullanmıştır. Bunlardan, fâideli olmayanları, çirkin ve mezmûm olanları kullanmak ve yapmak haram olur. Fakat, iki müslüman bunları kullanınca, “Âdet-i İslâm” olur ve üçüncü kullanan müslümana haram olmaz. Birinci ve ikinci müslüman günahkâr olursa da, başkaları olmaz. (Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan, İslâmiyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan, tahkir etmemiz vâcıb olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan imansız olur. Bunlar, ölümle veya bir uzvun kesilmesi ile veya bunlara sebep olan; şiddetli dayak, hapis, bütün malını almak ile tehdit edilmedikçe kullanılamaz. Bunlardan meşhûr olanlarını bilmeyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da imansız olur. Meselâ, papazlara mahsûs zünnârı kullanmak küfür olur. Buna “Küfr-i hükmî” denir. Onlara mahsûs olan şeyleri kullanmanın küfür olduğu, İslâm âlimlerinin temel kitablarında yazılıdır.) Aşağıdaki yazının hepsi, “Dürr-ül-muhtâr”dan ve bunun haşiyesi olan İbn-i Abidîn’in “Redd-ül-muhtâr”ından alınmıştır. “İhtiyâcı olan eşyadan ve borçlarından fazla olarak, zekât nisabı kadar malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazan bayramının birinci günü sabahı, tan yeri aydınlanırken, fıtra vermesi vâcib olur. Fıtra ve kurban nisabı hesabına katılacak malın ticâret için olması şart olmadığı gibi, elinde bir yıl kalmış olması da lâzım değildir. Bayramın birinci günü sabah namazı girdiği anda, nisâb mikdârı kadar mala mâlik olmak şarttır. O ândan sonra nisaba kavuşanın, dünyâya veya imâna gelenin fıtra vermesi vâcib olmaz. Misâfir olanın da fıtra vermesi lâzımdır. Ramazân-ı şerîfde veya Ramazan’dan önce ve bayramdan sonra vermesi de caizdir. Hattâ, bir kimse, fıtra veya zekât, keffâret veya nezr ettiği (adadığı) şeyi vermeden ölürse ve verilmesini vasıyyet etmedi ise, vârislerinden birini, kendi malından (ölünün malından değil), bunları fakirlere vermesi caiz olur. Fakat vâris, bunları vermeğe mecbûr değildir. Eğer, vasıyyet etmiş ise, bıraktığı malın üçte birinden verilmesi lâzım olur. Mal bırakmadı ise, vasıyyeti yapılmaz. Bayram namazından önce verilince, sevâbı daha çok olur. Şâfiîde Ramazan’dan önce, Mâlikîde ve Hanbelîde ise bayramdan önce verilmez. Bir kişinin fıtrası, bir fakire veya birkaç fakire verilebildiği gibi, bir fakire birkaç kimsenin fıtrası da verilebilir. Küçük çocuğun ve delinin malları varsa, bunların fıtraları da, mallarından verilir. Velîleri vermezse, çocuk büyüdükde, deli iyi oldukda, eski fıtralarını da kendileri verir. Baliğ olmayan çocukların malı yoksa, bunların fıtrasını babaları, kendi fıtrası ile birlikte verir. Ya’nî kendi zengin ise verir. Zevcesi için ve büyük çocukları için vermez. Fakat verirse sevâb olur. İhtiyaç eşyası demek, kıymetleri ne kadar çok olursa olsun, bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl üç kat elbise, çamaşır, evde kulanılan eşya ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları ve ödeyeceği borçlarıdır. Bu eşyanın mevcûd olması şart değildir. Eğer mevcûd iseler, zekât, fıtra ve kurban için nisâb hesabına katılmazlar. Ticâret için olmayan, ihtiyâcından artan eşya, kiradaki evler, evindeki süs eşyası, yere serili olmayan halılar, kullanılmayan fazla ev eşyası, san’at ve ticâret âletleri, burada ihtiyâç eşyası sayılmaz. Bunlar fıtra ve kurban için, nisâb hesabına katılır. Oturduğu ev büyük ise, ihtiyâcından fazla, kullanılmayan odaların nisaba katılması sahîhdir.” Abdestin farzları sonunda diyor ki: “Elinde, yara, yarık bulunan kimse, suyu kullanamaz ise, ya’nî ellerine su alamaz ve yüzünü, başını, kulaklarını, ayaklarını suya sokamaz ise, teyemmüm eder. Kolundan, ayağından bir kısmı kesik olan kimse, kalan yerin yüzeyini yıkar.” “Kaynamayan sıcak suda bırakılan, içi boşaltılmamış tavuğun yalnız derisi necs olur, yolunup, içi boşaldıktan sonra, üç kerre, soğuk su ile yıkanınca, heryeri temiz olur. İşkembe de, böyle üç kerre yıkamakla temiz olur.” (Su, deniz seviyesinde yüz derecede kaynar.) Gasbı anlatırken diyor ki: “Gasb, bir kimsenin malını zor ile almak veya kendindeki emânet malı inkâr etmektir. Büyük günahtır. Malda değişiklik oldu ise, sahibi, malı ile kıymetindeki değişikliği veya yalnız kıymetini ister. Gasb ettiği yerde ödemesi lâzım olur. Tazminden sonra kullanması caiz ise de, satarak ettiği kâr yine helâl olmaz. Kârı sadaka vermesi lâzımdır. Muhtelif kimselerden gasb ettiklerini, birbirleri ile veya kendi mülkü ile karışdırır ve bunlar ayrılamazlarsa, hepsi kendi mülkü olur. Fakat, tazmin etmedikçe, bu karışımı kullanması helâl olmaz. Tazmin etmekle, gasb günâhından kurtulmaz.” “Cünüb olan her kadının ve erkeğin, hayzdan ve nifâsdan kurtulan kadınların, namaz vaktinin sonuna o namazı kılacak kadar zaman kalınca, gusl abdesti alması farzdır.” “Cünüb iken, kasıkları traş etmek mekrûhtur.” “Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf ve kelimelerin ma’nası, kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ân’dır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi ezelî ve ebedîdir.” “Kur’ân-ı kerîm, Kadr gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüştür. Tevrat, İncîl ve bütün kitaplar ve sahifeler ise, hepsi birden, bir defada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değişdirildiler. Kur’ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir.” Namazın mekrûhları sonunda buyuruyor ki: “Kendinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Oğluna ipek elbise giydiren, altın takan ve çocuklarına içki içiren, kıbleye karşı abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebeb olan kimse, günah işlemiş olur. “Bir emri yapmak, bir haram işlemesine sebep olursa, haramı işlememek için, o emr terk edilir, yapılmaz.” “Şüphelilerden sakınmağa, ya’nî şüphelilerden ittikâya “Vera’” denir. Haramlardan sakınmağa, “Takvâ” denir. Şüpheli olmak korkusu ile mübahların çoğunu terk etmeğe de “Zühd” denir.” “Bedende, elbisede ve namaz kılacak yerde necâset, pislik bulunmamalıdır. Baş örtüsü, başlık, sarık, mest ve na’lın da elbiseden sayılır. Boynuna sarılı atkının sarkan kısmı, namaz kılan ile birlikte hareket ettiği için, elbise sayılır ve burası temiz olmazsa, namaz kabûl olmaz. Yaygının, bastığı ve başını koyduğu yeri temiz olunca, başka yerinde necâset bulunursa, namaz kabûl olur. Çünkü yaygı, atkı gibi bedene bitişik değildir. Kucağa oturan üstü necâsetli çocuk, kedi, kuş, ağzı akan köpek bozmaz. Çünkü bunların kendileri durmaktadır. Fakat insan, bunları kucağında, omuzunda, başka yerinde tutarsa, taşımış olur ve namazı bozulur. Salyası akmayan yırtıcı hayvanın ve kedi gibi temiz hayvanların ve çocuğun üstleri temizse, bunları taşımakla, üstünde tutmakla namazı bozulmaz. Çünkü bunların içindeki necâsetleri, hâsıl oldukları yerde kapalıdır. Namaz kılan insanın kendi necâseti, kanı da hâsıl olduğu yerde kapalıdır. Cebde kanlı yumurta taşımak da böyledir. Yumurtadaki kan, hâsıl olduğu yerde kapalı olduğu için namazı bozmaz. Fakat, kapalı şişe içinde idrar taşıyanın namazı caiz olmaz. Çünkü şişe, bevlin meydana geldiği yer değildir.” “Namazın mekrûhları iki türlüdür Yalnız mekrûh denildiği zaman “Tahrîmen mekrûh” demektir ki, delîlinden zan ile anlaşılan yasaklardır. Yasak olmasına bir delîl, sened bulunmayıp, yapılmaması iyi olan şeye “Tenzîhen mekrûh” denir. Namaz içindeki vâcibleri, müekked sünnetleri yapmamak “Tahrîmen”, müekked olmayan sünnetleri, yapmamak “Tenzîhen” mekrûhdur. Sünnetlerin kuvveti çeşitli olduğundan, tenzihi mekrûhların, tahrîmîye yakınlıkları da çeşitlidir. Mekrûh olarak kılınan namaz sahih olursa da kabûl olmaz. Ya’nî, va’d edilen sevâba kavuşulamaz.” “Bir kimse Kur’ân-ı kerîmin bir kısmını ezberlerse, kalanını ezberlemek için vakit bulsa, kıymetli olan, fıkıh ilmi ile meşgûl olmasıdır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifâye, fıkhın lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayndır.” Hizâne isimli kitapta da; “Muhammed Şeybânî, helâl ve haram hakkında ikiyüzbin mes’ele meydana getirmiştir. Öyle ki, her mes’eleyi bütün müslümanların mutlaka öğrenmesi lâzımdır” buyurulmaktadır.” “Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır” sözünden, bunun farz-ı ayn olduğu anlaşılırsa da, maksat, bütün fıkhın bütün insanlara lâzım olmasındandır. Yoksa herkesin ayrı ayrı bütün fıkhı öğrenmesi farz-ı ayn değildir. Herbirimize farz olan miktar, muhtaç olduğumuz kadarını öğrenmektir. Zîrâ erkeğin hayz mes’elelerini, fakir bir kimsenin zekât ve hac gibi ibâdetleri öğrenmesi farz-ı kifayedir. Bunları öğrenen kimseler bulunursa, farz borcu diğerlerinden kalkar. Namaz için yetecek miktarda Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek de böyledir. Dolayısıyla fıkhın hacetten fazla miktarını öğrenmek, Kur’ân-ı kerîmin fazlasını öğrenmekten efdaldir, kıymetlidir. Allahü teâlâ, fıkıh ilmine hayır adını vererek medhetmiştir. “Her kime hikmet verildiyse, ona pekçok hayır verilmiş demektir” (Bekâra-269) buyurmuştur. Tefsîr erbâbı pekçok âlim, hikmeti, fıkıh ilmiyle tefsîr etmiştir. Bunun içindir ki; “İlimlerin en hayırlısı fıkıh ilmidir. Çünkü bütün ilimlere vesiledir. Takvâ sahibi bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha faziletli ve üstündür” buyuruldu. Beş farz ile ihlâsı elde etmek için, lâzım gelen kalb bilgilerini öğrenmenin farz olduğunda şüphe yoktur. Çünkü amellerin kabûl edilmesi buna bağlıdır. Helâli, haramı, riyayı, ucbu, hasedi öğrenmek de farzdır. Zira, ibâdet eden bir kimse riya yaparsa, ucba yakalanırsa amelinin sevâbından mahrûm kalır. Çünkü ucb ve hased, ateşin odunu yediği gibi ameli yerler. Alış-veriş, nikâh, talak gibi şeyleri yapmak isteyenlerin de bunları öğrenmesi farzdır. Haram kılan, küfre sebep olan şeyleri de öğrenmek farzdır. Yemîn ederek söyliyeyim ki, şu zamanda bunlar en mühim olan şeylerdendir. Zîrâ, çok defa halk arasında küfre varan sözler işitirsin. Hâlbuki bunu söyleyenler, söylediklerinin küfür olduğunu bilmezler, ihtiyâten câhil olanlar îmânını hergün, hanımının nikâhını da ayda bir veya iki defa şâhid huzûrunda tazelemelidir. Çünkü, bu hatâ erkeklerde meydana gelmese bile, kadınlarda çok meydana gelir.” “Avret yerini örtmek, namazda da, namaz dışında da farzdır. İpek ve gasp edilmiş, çalınmış kumaşla örtülü olarak namaz kılmak tahrîmen mekrûhtur. Hiçbirşey bulamayan bir erkeğin, yalnız ipek bulunca, ipekle de örtmesi lâzım olur. Yalnız iken de, örtmek farzdır. Temiz elbisesi bulunan kimsenin, karanlıkta, yalnız iken de çıplak kılması caiz değildir. Kadınların, namaz dışında, yalnız iken, diz ve göbek arasını örtmesi farz olup, sırtını ve karnını örtmesi vâcib, başka yerlerini örtmesi edebdir. Evde yalnız iken, başı açık dolaşabilir. Görünmesi caiz olan onsekiz erkek yanında, ince baş örtüsü örtmeleri evlâdır, iyi olur. Yalnız iken, avret yeri ancak özr ile eçılabilir. Meselâ halâda açılır. Yalnız olarak gusl abdesti alırken açmak mekrûh olur ve caizdir veya küçük yerde caiz olur da denildi. Namaz dışında, necâsetli elbise ile de örtünmek lâzım olur.” “Hayvan keserken, av hayvanına ok atarken, ava ta’lîm edilmiş köpeği gönderirken, “Bismillah” veya “Allahü ekber” demek vâcibdir. Besmeleyi tamam söylemek de olur. Her rek’atde, Fâtiha’dan önce, Besmele çekmek vâcib diyenler vardır. Fakat, sünnet olduğu daha doğrudur. Abdest almağa, yemeğe ve her mübârek işe başlarken, Besmele çekmek sünnettir. Namazda Fâtiha ile sûre arasında Besmele çekmek, caiz veya müstehâbdır. Yürümeğe, oturmağa, kalkmağa başlarken okumak mübâhdır. Avret yerini açarken, necâset bulunan yere girerken ve Berâe (Tevbe) sûresini, evvelki sûreye bitişik okurken ve sigara içmeğe ve bunun gibi, fenâ kokulu şeyleri, meselâ soğan, sarımsak gibi şeyleri yemeğe (ve sakal traşı olmağa başlarken), Besmele çekmek mekrûhdur. (Sigaranın, soğan ve sarımsak gibi fenâ kokulu şeylere benzetilmesi, tütünün, bu şeyler gibi, tab’an mekrûh olduğunu, şer’an mekrûh olmadığını göstermekdir). Haram işlemeğe başlarken Besmele çekmek haramdır. Hattâ, kat’î haram olan şeye, bile bile Besmele çeken imansız olur dediler. Kur’ân-ı kerîm niyeti ile, cünübün Kur’ân-ı kerîm okuması haramdır.” ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 23 2) Tabakât-ül-usûliyye cild-3, sh. 147 3) Sefînet-ül-evliyâ cild-4, sh. 133 4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 33, 43, 93, 94, 95, 111, 127, 129, 137, 152, 168, 197, 225, 241, 249, 251, 259, 301, 303, 309, 323 5) Fâideli Bilgiler sh. 133 6) Redd-ül-muhtâr 7) Kurret-ü-uyûn-il-ahyâr sh. 3
Ibni Abidin Hazretleri 1. Bolum
Jul 4 2023
Ibni Abidin Hazretleri 1. Bolum
Şam’da yetişen âlimlerin en büyüklerinden. Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimi olan İbn-i Âbidîn’in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz’dir. 1198 (m. 1784) senesinde Şam’da doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. O vilâyet güneşinin Şam’da cenâze namazını İbn-i Âbidin hazretleri kıldırdı. Çok kitap yazdı. “Dürr-ül-mahtâr”a yaptığı haşiyesi beş cild olup, “Redd-ül-muhtâr” adı ile birkaç defa basılmıştır. Hanefî mezhebinde en sağlam fıkıh kitabıdır. İbn-i Abidîn 1252 (m. 1836) senesinde Şam’da vefât etti. İbn-i Abidîn, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte ticâretle meşgûl oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur’ân-ı kerîmi okumaya devam ediyordu. Birgün dükkânlarının önünde Kur’ân-ı kerîm okurken, oradan geçen biri; “Burada bu şekilde Kur’ân-ı kerîm okuman uygun değildir. Hem okumanı da daha iyi bir şekilde düzelt” dedi. Bunun üzerine babasından izin alarak, o zaman Şam’daki meşhûr kırâat âlimlerinden Şeyh-ül-Kurrâ Sa’îd-ül-Hamevî’ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir “Meydâniye”, “Cezeriyye” ve “Şâtıbıyye” kitaplarını okudu ve ezberledi. Kur’ân-ı kerîmin doğru ve tam okunmasını bildiren kırâat ilmini iyice öğrendikten sonra, sarf, nahiv ve Şafiî fıkhını öğrendi. Bu ilimlere dâir ana metinleri de ezberledi. Bundan sonra, o zamanın en meşhûr âlimlerinden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimî’nin derslerine devam etti. Fen ve sosyal ilimlerin, yanısıra, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin tavsiyesi üzerine, Hanefî mezhebine geçti. Daha onyedi yaşında iken, fıkıh kitapları üzerine haşiye ve şerhler (açıklama ve izahlar) yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı. Hadîs ilminde de, Şam’da bulunan muhaddis Kuzberî’den icâzet (diploma) aldı. İlimde o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayatta iken büyük bir şöhrete kavuştu. İbn-i Abidîn (rahmetullahi aleyh), zâhir ilimlerini öğrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamanın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den öğrendi. Onun sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi. İbn-i Abidîn’in ilimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğlu Alâeddîn Muhammed şöyle anlattı: “Babam uzun boylu, heybetli ve vekârlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı, ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri devamlı kitap yazar, az uyurdu. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve gözyaşı dökerdi. İnsanlara faydalı olmak husûsunda çok titiz davranır, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi.” İbn-i Abidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhûr olup, kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur. Haramlardan, mekrûhlardan ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehablara, edeblere uymakta son derece titiz davranırdı. Beş vakit namazda, tahıyyâti okurken, Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin kıymetli talebelerinden olan İbn-i Abidîn, ondan ders aldığı sıralarda, birgece rü’yâda Resûlullahın ( aleyhisselâm ) üçüncü halîfesi Hazreti Osman’ın vefât ettiğini ve Câmi-i Emevî’de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine bu rü’yâyı olduğu gibi anlatınca, o da; “Senin rü’yânın ta’biri, Allahü teâlâ bilir ki şöyledir: “Ben yakında vefât ederim, sen benim cenâze namazımı Câmi-i Emevî’de kıldırırsın. Çünkü ben, Hazreti Osman’ın torunlarındanım” buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî tâ’ûn (veba) hastalığından şehîd olarak vefât etti. Namazını İbn-i Abidîn kıldırdı. İbn-i Abidîn hazretleri, fakirlere pekçok sadaka verir, akrabasını ziyâret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi. Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam’da ve diğer şehirlerdeki şer’î mahkemelerde ihtilaflı hüküm verilse, derhal ona müracaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor mes’eleler ona sorulurdu. İhtilaflı birşey hakkında ona müracaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla öyle açıklamalar kordu ki, böylece en zor mes’eleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslupla yazardı. Birçok talebe yetiştirip icâzet (diploma) vermiştir. Başlıca talebeleri, kendi kardeşi Allâme es-Seyyîd Abdülganî, akrabasından Emîn-ül-fetvâ Ahmed Efendi, Sâlih İbni Seyyid Hasen Abidîn, İstanbul’da ikinci derecede Mecidiye nişanı (ilim rütbesi) almış olan ve o zaman Medine’de kadılık yapan, ilimde parmakla gösterilen Câbi-zâde de İbn-i Abidîn’den ders alarak çeşitli ilimleri öğrendi. Bunlardan başka; tasavvufda ve diğer ilimlerde meşhûr olan eş-Şeyh Yahyâ Serdest, “Kudûrî” ve “Akîdet-üt-Tahâvî”yi şerh eden Allâme Abdülganî Güneynî el-Meydânî, Hanefî fıkhında icâzet alan Hasen el-Baytar, “Dürer”i şerheden İstanbullu Ahmed Efendi, Şam’da mîrâs hesapları ve taksimi (ferâiz) işlerine bakan Seyyid Hasen er-Resâme, fen, sosyal ve dînî ilimlerde birçok kıymetli kitaplar yazan Yûsuf Bedreddîn el-Magribî, Allâme Muhammed Cukıllî, İzmir ulemâsından ilim payesi (rütbesi) sahibi Muhammed Efendi, “Elfiye” ve “Dürr-ül-Muhtâr” kitaplarını geniş olarak açıklayıp yeni bir kitap yazan Abdülkâdir Hallâsi, Dımeşk müftîliği yapmış olan Ali Murâdî Efendi, Şam kadılığı yapmış olan Anadolu kadıaskeri Abdülhalîm Efendi, Hasen bin Hâlid Muhammed Tillovî, Muhyiddîn Yâfiî, zamanında Şeyh-ül-kurrâ olan Ahmed Mahlâvî el-Mısrî, Bağdat’ın meşhûr âlimlerinden Molla Abdürrezzâk Bağdadî, “Mecelle”yi hazırlayan komisyonda bulunan oğlu Alâeddîn Muhammed gibi daha birçokları, İbn-i Abidîn’in derslerine devam ederek icâzet (diploma) almışlardır. İbn-i Abidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Ya’nî önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru olarak nakil yapanlar derecesindedir. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (rahmetullahi aleyh) kendisine yazdığı bir mektûp aşağıdadır. “Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Abidîn’e en güzel duâlarımı ve en latif medhlerimi bildiririm. Sizinle görüşüp buluşma arzumuz çoğaldı. Size olan muhabbet ateşimiz arttı. Şeyh İsmâil Enârânî’nin sizden tarafa gitmesini vesile ederek bu mektûbu yazıyorum. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pekçok duâlara mazhar oldunuz. Siz de bizim hâlimizi sorarsanız, sevdiklerimizden uzak kalmamızın acısı içindeyiz. Allahü teâlâdan dileğimiz, sizin de öyle olmanızdır. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânın izni ile, her sıkıntınızda bütün gücümüzle size yardım edeceğiz. Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yanınızda olduğumu bildiririm.” İbn-i Âbidîn, 1252 (m. 1836) senesinde ellidört yaşında iken Şam’da vefât etti. Vefât haberini duyan müslümanlar, böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayı çok üzülüp gözyaşı döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemiş bir kalabalık teşkil etti. Tabutu parmaklar üzerinde taşındı. Cenâze namazı Sinân Paşa Câmii’nde kılındıktan sonra, Şam’da “Bâb-üs-sagîr” denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtından yirmi gün önce, hocalarının ve büyük zâtların kabirlerinin yanında kendisi için kazdırmış olduğu kabre defnedildi. Eserleri: En meşhûr eseri Redd-ül-muhtâr’dır. İbn-i Âbidîn bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-muhtâr kitabına yaptığı beş cildlik hâşiyesidir. Kitap, “İbn-i Âbidîn” ismiyle meşhûr olmuştur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Fukahâ (fıkıh âlimleri) tarafından, üzerinde söz edilmiş her mes’elenin hülâsası, bütün kelâm âlimlerinin kabûl ve takdîr ettiği bir şekilde bu kitapta toplanmıştır. Hanefî mezhebinde kendi zamanına kadar yazılmış olan fıkıh kitaplarının sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oğlu tarafından “Kurret -ül-Uyûn-il-ahyâr” adında bir tekmile yazılmıştır. Şam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hıdır da, İbn-i Âbidîn kitabının bir fihristini hazırladı ve 1962’de basıldı. Bundan başka; Tefsîr-ül-Beydâvî haşiyesi, El-İbâne, El-Ukûd-üd-dürriyye, İthâf-üz-zekî, Bugyet-ül-menâsik, Tahrîr-ül-İbâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Şifâ-ül’alîl, Ukûd-ül-le’âlî, îcâbet-ül-gavs, Sell-ül-hisâm-il-Hindî li Nusreti Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî (Bu eserinde Mevlânâ Hâlid hazretlerine dil uzatanlara cevap vermekte, kerâmetin hak olduğunu isbat etmektedir), El-İlm-üz-zâhir, El-Fevâid-ül-Adbe, Menhel-ül-Vâridîn (bu kitap, İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından ofset olarak yayınlanmıştır), El-Ukûdü Resm-il-müftî Nesemât-ül-eshâr gibi daha birçok kıymetli eserleri vardır. Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliyyi kâmil ve mükemmil seyyid Abdülhakîm Efendi; “Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faidelisi “İbn-i Âbidîn”dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir...” buyurdu. İbn-i Âbidîn hazretleri, her sözünü, her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı a’zamdan, o büyük İmâm da Kitâbdan ve sünnetten almıştır. İbn-i Âbidîn’in bildirdiği hükümlere tâbi olan her müslüman, Kitaba ve sünnete tâbi olmaktadır. Ona uymak istemeyen kendi hevasına, nefsinin arzularına tâbi olmuş demektir. Böyle kimsenin Cehenneme gideceğini Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler haber vermektedir. Derin fıkıh âlimi olan İbn-i Âbidîn hazretlerinin kitaplarından ba’zı fıkıh hükümleri aşağıdadır: Redd-ül-muhtâr, beşinci cild, beşyüzyirmidördüncü sahifede buyuruyor ki “Resûlullahı vesile kılarak, Allahü teâlâya duâ etmek güzel olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı birşey demedi. Yalnız İbn-i Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin söylemediğini söyleyerek, ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. Böyle olduğunu, İmâm-ı Sübkî güzel açıklamaktadır.” Üçüncü cild, “Cihâd” bahsinde şöyle buyurmaktadır: “Düşman hücum ettiği veya hücum korkusu olduğu zaman, her müslümanın harb etmesi farz-ı ayndır.” Beşinci cild, ikiyüzaltmışdokuzuncu sahifede şöyle buyurulmuştur: “Anayı, babayı ve kadının zevcini, adları ile çağırması tahrîmen mekrûhdur, büyük günahdır. Ta’zîm ile, saygı anlatan kelimeler ile ve yanına giderek çağırmaları lâzımdır. Uzakdan, yüksek sesle çağırmamalıdır.” Birinci cildin kırkyedinci sahifesinde şöyle buyurulmuştur: “Hanefî mezhebinin bilgileri, sonraki âlimlere üç yoldan gelmiştir: 1- “Usûl” haberleri olup, bunlara zâhir haberler de denir. Bunlar, Hanefî mezhebinin sahibi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’den ve talebesinden (rahmetullahi aleyhim) gelen haberlerdir. Bu haberler, İmâm-ı Muhammed’in altı kitabı ile bildirilmektedir. Bu altı kitap; El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi us-sagîr, Es-Siyer-üs-sagîr, El-Câmi’ul-kebîr, Es-Siyer-ül-kebîr kitaplarıdır. Bu kitapları İmâm-ı Muhammed’den, güvenilir kimseler getirdiği için, “Zâhir haberler” denilmiştir. Usûl haberlerini toplayan Hakim Şehîd Muhammed’dir. Bunun “Kâfi” kitabı meşhûrdur. Kâfi’nin şerhleri çoktur. 2-Nevâdir haberleri olup, yine bu imamlardan gelen haberlerdir. Fakat, bu haberler, o altı kitapda bulunmayıp, İmâm-ı Muhammed’in; El-Kîsâniyyât, El-Hârûniyyât, El-Cürcâniyyât, Er-Rukiyyât adındaki kitapları ile bildirilmişdir. Bu dört kitap, yukarıdaki altı kitap gibi, açıkça ve sağlam gelmiş olmadığından, bu haberlere “Zâhirî olmayan haberler” de denir. Ayrıca, İmâm-ı a’zamın talebesinden Hasen bin Ziyâd’ın “Muharrer” adındaki kitabı ve İmâm-ı Ebû Yûsuf’un “Emâlî” adındaki kitabı ile bildirilmişlerdir. 3-Vâkı’ât haberleri, üç İmâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri mes’elelerdir. Böyle haberleri ilk toplayan, Ebü’l-Leys-i Semerkandî olup “Nevazil” kitabını yazmıştır.” Birinci cildin otuzbeşinci sahifesinden: “Fıkıh bilgisi, ekmek gibi, herkese lâzımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah İbni Mes’ûd ( radıyallahü anh ) olup, Eshâb-ı Kirâmın yükseklerinden ve en âlimlerinden idi. Bunun talebesi Alkama bu tohumunu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrâhim Nehâî, bu ekini biçmiş, ya’nî bu bilgileri bir araya toplamıştır. Hammâd-ı Kufi, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe öğütmüş, ya’nî bu bilgileri kısımlara ayırmıştır. Ebû Yûsuf hamur yapmış ve İmâm-ı Muhammed pişirmiştir. Böylece hazırlanan lokmaları, insanlar yemektedir. Ya’nî, bu bilgileri öğrenip dünyâ ve âhıret saadetine kavuşmaktadırlar. İmâm-ı Muhammed pişirdiği bu lokmaları dokuzyüz doksan dokuz kısım bilgi grubu halinde talebeye bildirmiştir. Altı kitabından, sagîr (ya’nî küçük) dediğinde, İmâm-ı Ebû Yûsuf vâsıtası ile öğrendiklerini bildirmiş, kebîr dediği kitaplarda, yalnız İmâm-ı a’zamdan işittiklerini bildirmiştir.” “Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz var idi. Hepsinin kıldığı, bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kılmak, îmânın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, imânın şartıdır. Namaz, duâ demektir. Dînin emir ettiği, bildiğimiz ibâdete, namaz “Salat” ismi verilmiştir. Mükellef olan (ya’nî âkil ve baliğ olan) her müslümanın, hergün beş vakit namazı kılması “Farz-ı ayn”dır. Farz olduğu, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Mi’râc gecesinde, beş vakit namaz emrolundu. Mi’râc, hicretten bir yıl önce, Receb ayının yirmiyedinci gecesinde idi. Mi’râcdan önce, yalnız sabah ve ikindi namazı vardı” “Yedi yaşındaki çocuğa, namaz kılmasını emretmek, on yaşında kılmaz ise, el ile döğmek lâzımdır. Mektebdeki muallim, talebesini çalıştırmak için el ile üç kerre döğebilir. Daha fazla vuramaz. Sopa ile döğemez. Bu yaştaki çocuklara, başka ibâdetleri de öğretmek ve yapmağa alıştırmak, günahlardan menetmek lâzımdır.” Namazın mekrûhlarını anlatırken buyuruyor ki: “Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeylerden birisi, âdet olarak, ya’nî her kavmin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan haram olmayıp, insanlara fâideli olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak hiç günah değildir. (Pantolon, çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek, herkesin önüne tabaklar içinde koymak, ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak, çeşitli eşya ve âletleri kullanmak hep âdete bağlı şeyler olup mubâhdırlar. Bunları kullanmak, bid’at olmaz, günah olmaz.) Resûlullah ( aleyhisselâm ) papazlara mahsûs olan ayakkabıyı kullanmıştır. Bunlardan, fâideli olmayanları, çirkin ve mezmûm olanları kullanmak ve yapmak haram olur. Fakat, iki müslüman bunları kullanınca, “Âdet-i İslâm” olur ve üçüncü kullanan müslümana haram olmaz. Birinci ve ikinci müslüman günahkâr olursa da, başkaları olmaz. (Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan, İslâmiyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan, tahkir etmemiz vâcıb olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan imansız olur. Bunlar, ölümle veya bir uzvun kesilmesi ile veya bunlara sebep olan; şiddetli dayak, hapis, bütün malını almak ile tehdit edilmedikçe kullanılamaz. Bunlardan meşhûr olanlarını bilmeyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da imansız olur. Meselâ, papazlara mahsûs zünnârı kullanmak küfür olur. Buna “Küfr-i hükmî” denir. Onlara mahsûs olan şeyleri kullanmanın küfür olduğu, İslâm âlimlerinin temel kitablarında yazılıdır.) Aşağıdaki yazının hepsi, “Dürr-ül-muhtâr”dan ve bunun haşiyesi olan İbn-i Abidîn’in “Redd-ül-muhtâr”ından alınmıştır. “İhtiyâcı olan eşyadan ve borçlarından fazla olarak, zekât nisabı kadar malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazan bayramının birinci günü sabahı, tan yeri aydınlanırken, fıtra vermesi vâcib olur. Fıtra ve kurban nisabı hesabına katılacak malın ticâret için olması şart olmadığı gibi, elinde bir yıl kalmış olması da lâzım değildir. Bayramın birinci günü sabah namazı girdiği anda, nisâb mikdârı kadar mala mâlik olmak şarttır. O ândan sonra nisaba kavuşanın, dünyâya veya imâna gelenin fıtra vermesi vâcib olmaz. Misâfir olanın da fıtra vermesi lâzımdır. Ramazân-ı şerîfde veya Ramazan’dan önce ve bayramdan sonra vermesi de caizdir. Hattâ, bir kimse, fıtra veya zekât, keffâret veya nezr ettiği (adadığı) şeyi vermeden ölürse ve verilmesini vasıyyet etmedi ise, vârislerinden birini, kendi malından (ölünün malından değil), bunları fakirlere vermesi caiz olur. Fakat vâris, bunları vermeğe mecbûr değildir. Eğer, vasıyyet etmiş ise, bıraktığı malın üçte birinden verilmesi lâzım olur. Mal bırakmadı ise, vasıyyeti yapılmaz. Bayram namazından önce verilince, sevâbı daha çok olur. Şâfiîde Ramazan’dan önce, Mâlikîde ve Hanbelîde ise bayramdan önce verilmez. Bir kişinin fıtrası, bir fakire veya birkaç fakire verilebildiği gibi, bir fakire birkaç kimsenin fıtrası da verilebilir. Küçük çocuğun ve delinin malları varsa, bunların fıtraları da, mallarından verilir. Velîleri vermezse, çocuk büyüdükde, deli iyi oldukda, eski fıtralarını da kendileri verir. Baliğ olmayan çocukların malı yoksa, bunların fıtrasını babaları, kendi fıtrası ile birlikte verir. Ya’nî kendi zengin ise verir. Zevcesi için ve büyük çocukları için vermez. Fakat verirse sevâb olur. İhtiyaç eşyası demek, kıymetleri ne kadar çok olursa olsun, bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl üç kat elbise, çamaşır, evde kulanılan eşya ve âletler, hizmetçiler, binecek vâsıtası, meslek kitapları ve ödeyeceği borçlarıdır. Bu eşyanın mevcûd olması şart değildir. Eğer mevcûd iseler, zekât, fıtra ve kurban için nisâb hesabına katılmazlar. Ticâret için olmayan, ihtiyâcından artan eşya, kiradaki evler, evindeki süs eşyası, yere serili olmayan halılar, kullanılmayan fazla ev eşyası, san’at ve ticâret âletleri, burada ihtiyâç eşyası sayılmaz. Bunlar fıtra ve kurban için, nisâb hesabına katılır. Oturduğu ev büyük ise, ihtiyâcından fazla, kullanılmayan odaların nisaba katılması sahîhdir.” Abdestin farzları sonunda diyor ki: “Elinde, yara, yarık bulunan kimse, suyu kullanamaz ise, ya’nî ellerine su alamaz ve yüzünü, başını, kulaklarını, ayaklarını suya sokamaz ise, teyemmüm eder. Kolundan, ayağından bir kısmı kesik olan kimse, kalan yerin yüzeyini yıkar.” “Kaynamayan sıcak suda bırakılan, içi boşaltılmamış tavuğun yalnız derisi necs olur, yolunup, içi boşaldıktan sonra, üç kerre, soğuk su ile yıkanınca, heryeri temiz olur. İşkembe de, böyle üç kerre yıkamakla temiz olur.” (Su, deniz seviyesinde yüz derecede kaynar.) Gasbı anlatırken diyor ki: “Gasb, bir kimsenin malını zor ile almak veya kendindeki emânet malı inkâr etmektir. Büyük günahtır. Malda değişiklik oldu ise, sahibi, malı ile kıymetindeki değişikliği veya yalnız kıymetini ister. Gasb ettiği yerde ödemesi lâzım olur. Tazminden sonra kullanması caiz ise de, satarak ettiği kâr yine helâl olmaz. Kârı sadaka vermesi lâzımdır. Muhtelif kimselerden gasb ettiklerini, birbirleri ile veya kendi mülkü ile karışdırır ve bunlar ayrılamazlarsa, hepsi kendi mülkü olur. Fakat, tazmin etmedikçe, bu karışımı kullanması helâl olmaz. Tazmin etmekle, gasb günâhından kurtulmaz.” “Cünüb olan her kadının ve erkeğin, hayzdan ve nifâsdan kurtulan kadınların, namaz vaktinin sonuna o namazı kılacak kadar zaman kalınca, gusl abdesti alması farzdır.” “Cünüb iken, kasıkları traş etmek mekrûhtur.” “Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf ve kelimelerin ma’nası, kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ân’dır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi ezelî ve ebedîdir.” “Kur’ân-ı kerîm, Kadr gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüştür. Tevrat, İncîl ve bütün kitaplar ve sahifeler ise, hepsi birden, bir defada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değişdirildiler. Kur’ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir.” Namazın mekrûhları sonunda buyuruyor ki: “Kendinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Oğluna ipek elbise giydiren, altın takan ve çocuklarına içki içiren, kıbleye karşı abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebeb olan kimse, günah işlemiş olur. “Bir emri yapmak, bir haram işlemesine sebep olursa, haramı işlememek için, o emr terk edilir, yapılmaz.” “Şüphelilerden sakınmağa, ya’nî şüphelilerden ittikâya “Vera’” denir. Haramlardan sakınmağa, “Takvâ” denir. Şüpheli olmak korkusu ile mübahların çoğunu terk etmeğe de “Zühd” denir.” “Bedende, elbisede ve namaz kılacak yerde necâset, pislik bulunmamalıdır. Baş örtüsü, başlık, sarık, mest ve na’lın da elbiseden sayılır. Boynuna sarılı atkının sarkan kısmı, namaz kılan ile birlikte hareket ettiği için, elbise sayılır ve burası temiz olmazsa, namaz kabûl olmaz. Yaygının, bastığı ve başını koyduğu yeri temiz olunca, başka yerinde necâset bulunursa, namaz kabûl olur. Çünkü yaygı, atkı gibi bedene bitişik değildir. Kucağa oturan üstü necâsetli çocuk, kedi, kuş, ağzı akan köpek bozmaz. Çünkü bunların kendileri durmaktadır. Fakat insan, bunları kucağında, omuzunda, başka yerinde tutarsa, taşımış olur ve namazı bozulur. Salyası akmayan yırtıcı hayvanın ve kedi gibi temiz hayvanların ve çocuğun üstleri temizse, bunları taşımakla, üstünde tutmakla namazı bozulmaz. Çünkü bunların içindeki necâsetleri, hâsıl oldukları yerde kapalıdır. Namaz kılan insanın kendi necâseti, kanı da hâsıl olduğu yerde kapalıdır. Cebde kanlı yumurta taşımak da böyledir. Yumurtadaki kan, hâsıl olduğu yerde kapalı olduğu için namazı bozmaz. Fakat, kapalı şişe içinde idrar taşıyanın namazı caiz olmaz. Çünkü şişe, bevlin meydana geldiği yer değildir.” “Namazın mekrûhları iki türlüdür Yalnız mekrûh denildiği zaman “Tahrîmen mekrûh” demektir ki, delîlinden zan ile anlaşılan yasaklardır. Yasak olmasına bir delîl, sened bulunmayıp, yapılmaması iyi olan şeye “Tenzîhen mekrûh” denir. Namaz içindeki vâcibleri, müekked sünnetleri yapmamak “Tahrîmen”, müekked olmayan sünnetleri, yapmamak “Tenzîhen” mekrûhdur. Sünnetlerin kuvveti çeşitli olduğundan, tenzihi mekrûhların, tahrîmîye yakınlıkları da çeşitlidir. Mekrûh olarak kılınan namaz sahih olursa da kabûl olmaz. Ya’nî, va’d edilen sevâba kavuşulamaz.” “Bir kimse Kur’ân-ı kerîmin bir kısmını ezberlerse, kalanını ezberlemek için vakit bulsa, kıymetli olan, fıkıh ilmi ile meşgûl olmasıdır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifâye, fıkhın lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayndır.” Hizâne isimli kitapta da; “Muhammed Şeybânî, helâl ve haram hakkında ikiyüzbin mes’ele meydana getirmiştir. Öyle ki, her mes’eleyi bütün müslümanların mutlaka öğrenmesi lâzımdır” buyurulmaktadır.” “Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır” sözünden, bunun farz-ı ayn olduğu anlaşılırsa da, maksat, bütün fıkhın bütün insanlara lâzım olmasındandır. Yoksa herkesin ayrı ayrı bütün fıkhı öğrenmesi farz-ı ayn değildir. Herbirimize farz olan miktar, muhtaç olduğumuz kadarını öğrenmektir. Zîrâ erkeğin hayz mes’elelerini, fakir bir kimsenin zekât ve hac gibi ibâdetleri öğrenmesi farz-ı kifayedir. Bunları öğrenen kimseler bulunursa, farz borcu diğerlerinden kalkar. Namaz için yetecek miktarda Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek de böyledir. Dolayısıyla fıkhın hacetten fazla miktarını öğrenmek, Kur’ân-ı kerîmin fazlasını öğrenmekten efdaldir, kıymetlidir. Allahü teâlâ, fıkıh ilmine hayır adını vererek medhetmiştir. “Her kime hikmet verildiyse, ona pekçok hayır verilmiş demektir” (Bekâra-269) buyurmuştur. Tefsîr erbâbı pekçok âlim, hikmeti, fıkıh ilmiyle tefsîr etmiştir. Bunun içindir ki; “İlimlerin en hayırlısı fıkıh ilmidir. Çünkü bütün ilimlere vesiledir. Takvâ sahibi bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha faziletli ve üstündür” buyuruldu. Beş farz ile ihlâsı elde etmek için, lâzım gelen kalb bilgilerini öğrenmenin farz olduğunda şüphe yoktur. Çünkü amellerin kabûl edilmesi buna bağlıdır. Helâli, haramı, riyayı, ucbu, hasedi öğrenmek de farzdır. Zira, ibâdet eden bir kimse riya yaparsa, ucba yakalanırsa amelinin sevâbından mahrûm kalır. Çünkü ucb ve hased, ateşin odunu yediği gibi ameli yerler. Alış-veriş, nikâh, talak gibi şeyleri yapmak isteyenlerin de bunları öğrenmesi farzdır. Haram kılan, küfre sebep olan şeyleri de öğrenmek farzdır. Yemîn ederek söyliyeyim ki, şu zamanda bunlar en mühim olan şeylerdendir. Zîrâ, çok defa halk arasında küfre varan sözler işitirsin. Hâlbuki bunu söyleyenler, söylediklerinin küfür olduğunu bilmezler, ihtiyâten câhil olanlar îmânını hergün, hanımının nikâhını da ayda bir veya iki defa şâhid huzûrunda tazelemelidir. Çünkü, bu hatâ erkeklerde meydana gelmese bile, kadınlarda çok meydana gelir.” “Avret yerini örtmek, namazda da, namaz dışında da farzdır. İpek ve gasp edilmiş, çalınmış kumaşla örtülü olarak namaz kılmak tahrîmen mekrûhtur. Hiçbirşey bulamayan bir erkeğin, yalnız ipek bulunca, ipekle de örtmesi lâzım olur. Yalnız iken de, örtmek farzdır. Temiz elbisesi bulunan kimsenin, karanlıkta, yalnız iken de çıplak kılması caiz değildir. Kadınların, namaz dışında, yalnız iken, diz ve göbek arasını örtmesi farz olup, sırtını ve karnını örtmesi vâcib, başka yerlerini örtmesi edebdir. Evde yalnız iken, başı açık dolaşabilir. Görünmesi caiz olan onsekiz erkek yanında, ince baş örtüsü örtmeleri evlâdır, iyi olur. Yalnız iken, avret yeri ancak özr ile eçılabilir. Meselâ halâda açılır. Yalnız olarak gusl abdesti alırken açmak mekrûh olur ve caizdir veya küçük yerde caiz olur da denildi. Namaz dışında, necâsetli elbise ile de örtünmek lâzım olur.” “Hayvan keserken, av hayvanına ok atarken, ava ta’lîm edilmiş köpeği gönderirken, “Bismillah” veya “Allahü ekber” demek vâcibdir. Besmeleyi tamam söylemek de olur. Her rek’atde, Fâtiha’dan önce, Besmele çekmek vâcib diyenler vardır. Fakat, sünnet olduğu daha doğrudur. Abdest almağa, yemeğe ve her mübârek işe başlarken, Besmele çekmek sünnettir. Namazda Fâtiha ile sûre arasında Besmele çekmek, caiz veya müstehâbdır. Yürümeğe, oturmağa, kalkmağa başlarken okumak mübâhdır. Avret yerini açarken, necâset bulunan yere girerken ve Berâe (Tevbe) sûresini, evvelki sûreye bitişik okurken ve sigara içmeğe ve bunun gibi, fenâ kokulu şeyleri, meselâ soğan, sarımsak gibi şeyleri yemeğe (ve sakal traşı olmağa başlarken), Besmele çekmek mekrûhdur. (Sigaranın, soğan ve sarımsak gibi fenâ kokulu şeylere benzetilmesi, tütünün, bu şeyler gibi, tab’an mekrûh olduğunu, şer’an mekrûh olmadığını göstermekdir). Haram işlemeğe başlarken Besmele çekmek haramdır. Hattâ, kat’î haram olan şeye, bile bile Besmele çeken imansız olur dediler. Kur’ân-ı kerîm niyeti ile, cünübün Kur’ân-ı kerîm okuması haramdır.” ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 23 2) Tabakât-ül-usûliyye cild-3, sh. 147 3) Sefînet-ül-evliyâ cild-4, sh. 133 4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 33, 43, 93, 94, 95, 111, 127, 129, 137, 152, 168, 197, 225, 241, 249, 251, 259, 301, 303, 309, 323 5) Fâideli Bilgiler sh. 133 6) Redd-ül-muhtâr 7) Kurret-ü-uyûn-il-ahyâr sh. 3
Hayat Bin Kays El-Harrani Hazretleri
Jul 4 2023
Hayat Bin Kays El-Harrani Hazretleri
Harrân'da yetişen evliyânın büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerinden. Nesebi; Hayât bin Kays bin Kahhâl bin Sultan el-Ensârî el-Harrânî'dir. Urfa'ya bağlı Harrân kazasında doğup yetiştiği için "Harrânî" nisbeti ve "Şeyh-ül-Kıdve" lakabı ile meşhûr oldu. Doğum târihi hakkında, Kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamıştır. Ömrünün 50 senesine yakınını Harrân'da geçirmiş büyük bir velîdir. İnsanlar ve bâzı sultanlar, onu ziyâret edip duâsını alırlar, onunla berâber olmakla bereketlenirlerdi.Yüksek hâllerin ve kerâmetlerin sâhibi olup, ehliyeti, ihlâsı, iffeti yanında, dînine çok bağlı bir zât idi. Cömertliğiyle meşhûrdur. 1185 (H.581) yılında orada vefât etti. Harrân'ın dışına defnedildi. Kabri, ziyâretçilere açıktır. Hayât bin Kays hazretleri büyük himmet sâhibi olup, yüksek makamlara kavuşmuştu. Keşf ve kerâmetleri, açık ve meydanda bir zât idi.Allahü teâlâya yakınlık derecesi bakımından yüksek bir mevkide bulunuyordu. Hakîkat ilimlerinde derin bilgisi vardı. Sayısız kerâmetleri yanında, hikmetlerle dolu, yüksek hakîkatleri açıklayan sözleri çoktur. İlimde ve tarîkatta o kadar yükselmişti ki, himmet ve tasarrufları "Yed-i Beyzâ"ya benzetilirdi.Yed-i Beyzâ, Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği beyaz ve parlak olan sağ eli olup, istediği vakit yakasına sokup çıkardıkça, güneş gibi bir ilâhî nur parlamaya başlardı. Düşmanları bu nûr-i ilâhîyi görünce, kaçıp dağılırlardı. Bu tâbir, mecâz olarak, kerâmet ve hârikulâde hâller ve meziyetler hakkında da kullanılırdı. O, her yönden ilim ve hâl sâhiplerine ışık tutmuş ve kendisine ilim, hâl ve zühd yönünden reislik verilmiştir. Bu hususlarda, pek çok velî kendi talebelerinin terbiyesini ona havâle etmişler ve onun sâyesinde nice kimse makam ve hâl sâhibi olmuştu. Ondan sayısız kimse ders ve feyz almıştı. Yetiştirip mezûn ettiği talebelerinin sayısı da hayli kalabalıktır. Yetiştirmiş olduğu talebeler, karanlık bir gecede parlayan yıldızlar misâlî, seçilmiş ve kerâmet ehli zâtlardır. Evliyânın büyüklerinden birçoğu, onun hâllerini beğenip, söylediklerini tekrar etmişler ve birçok âlim de, onun büyüklüğünü her vesîle ile dile getirmiştir. Âlim ve câhil, herkes ondan istifâde etmiş, Harrân halkının başı sıkıştığında ona başvurulmuştur. Meselâ Harrân Ovasında, bâzan günlerce suyun damlası bulunmaz olurdu. Halk, bunun çâresini bulmuştu. Hemen Hayât bin Kays hazretlerine koşar, onun duâsını alır, duâsının himmet ve bereketiyle yağmur yağar, halk susuzluktan kurtulurdu. Bu hususta onun yardımları saymakla bitirilemez. Sultan Nûreddîn Zengî onu ziyâret edip, hıristiyanlara karşı yaptığı cihâdda azim ve gayretini kuvvetlendirince, onun muvaffak olması için duâ ederdi. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî de ziyâret eder, ondan duâ isterdi. Duâsını alarak yaptığı harbi kazanırdı. Hayât bin Kays el-Harrânî hazretlerinin oğlu Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır: Şeyh Zagîb er-Rahâbî, babamın ziyâretine gelmişti. Babam ise, sabah namazından sonra evinin kapısında oturmuş, kendi işi ile meşgûl oluyordu. Zagîb er-Rahâbî gelip kapının diğer tarafına oturdu. Babam, onunla hiç konuşmadı. Şeyh Zagîb, buna alındı ve içinden: "Tâ Rahâbe'den geldim de, bana hiç iltifât edip konuşmadı. Hiç böyle olur mu?" diye düşündü. Babam ona hemen şöyle seslendi: "Benim hakkımda kalbinden geçirdiğin şu îtirâzından dolayı, sana bir zarar geleceğinden korkuyorum. Bunun dış âzâlarında mı, yoksa iç âzâlarında mı meydana gelmesini istersin?" O da: "Dış âzâlarımda olsun!" deyince, babam elini uzattı, o ânda gözlerinden bir tânesinin şekli ve yeri değişip rahatsızlandı. Adam kalkıp hürmet gösterdi ve oradan ayrıldı ve memleketi olan Rahâbe'ye döndü. Birkaç sene sonra, kendisine bir yerde tesâdüf ettiğimde, gözünün iyileşmiş olduğunu gördüm. Sebebini sorunca: "Bir zikir halkasına iştirâk ettim. Orada babanızın talebelerinden biri ile görüştüm. Ellerini hasta gözüme koyunca, hemen iyileşip eski hâline döndü." diye cevap verdi. O gün, baban benim gözüme parmağı ile işâret ettiği zaman kalb gözüm açılmış, onun feyzi ile birçok garîb şeyler görmüştüm." Harrân'da bir câmi yapılıp, sıra mihrâba gelince, kıble husûsunda Hayât bin Kays hazretleri ile câmiyi yapan zât arasında ihtilâf çıktı. Sonunda Hayât bin Kays ustaya: "Önüne bak, kıbleyi göreceksin!" buyurdu. O zât da, önüne baktığında Kâbe'yi karşısında gördü ve düşüp bayıldı. Bir gün, Hayât bin Kays hazretleri ile berâberindekiler, yolculuğa çıkmışlardı. Yorulunca, bir yerde dinlenmek istediler. Ümm-i Gâylân denilen bir ağacın altında istirahate çekildiler. Bir aralık hizmetçisi, Hayât bin Kays'a; "Ben, hurma yemek istiyorum!" deyince; ona: "Şu ağacı salla, hurma düşer ve yersin!" buyurdu. Hizmetçi; "Bu ağaç Ümm-i Gâylân denilen bir ağaçtır, hurma ağacı değildir." dedi. Hayât bin Kays hazretleri, "Ben sana o ağacı salla diyorum." deyince, hizmetçi ağacı sallamak zorunda kaldı. Ağacı sallayınca, misk gibi yaş hurma dökülüverdi. Dökülen hurmaları yediler, doydular ve sonra kalkıp gittiler. Sâlih bin Gânim bin Ya'lâ isimli bir zât: "Güzel bir günde, Yemen'den Hind Denizine bir sefere çıkmıştı. Gemi denizin ortasına gelince, şiddetli esen fırtına ve dalgaları tutuldu. Gemi hasara uğrayıp delindi ve battı. Salih bin Gânim, bir tahta parçasına tutunarak, kimsenin yaşamadığı bomboş bir adaya ulaştı. Çok gezdiği hâlde hiç kimseyi göremedi. Orada bir mescid görüp, içeriye girdi. Mescidde bulunan dört kişi, kıbleye yönelmiş, tâat ve zikir ile meşgûl idi. Selâmlaştıktan sonra hâlini hatırını sordular. O da, soranların hâllerini müşâhedeye devâm etti. Yatsı namazı vaktinde, Hayât bin Kays hazretleri içeriye girdi. Onların yanına yaklaşıp selâm verdi. Namaz kılmak için öne doğru geçti. Onu imâm yapıp, yatsıyı cemâatle kıldılar. Sabaha kadar ibâdet, tâat ve zikir ile meşgûl oldular. Sabah namazı da kılındı. Namazdan sonra, Hayât bin Kays hazretlerinin; "Ey tövbe edenlerin sevgilisi! Ey âriflerin neşe, sevinç kaynağı! Ey âbidlerin gözbebeği! Ey yalnızların dostu! Ey sığınanların sığınağı ve ey ümidini kesenlerin dayanağı! Ey sıddîkların kalblerinin kendisine meylettiği ve sevgililerinin kalblerinin kendisiyle dost olduğu ve korkanların himmetinin kendisine bağlandığı yüce Rabbim!" diye münâcâtta bulunup, yalvardığını işitti. Sonra ağladı. O sırada etrâfı aydınlatan nurlar gördü. Onlar sebebiyle, ayın on dördündeki parlaklık gibi her taraf aydınlanmıştı. Sonra Hayât bin Kays mescidden: "Sevenin, sevgiliye gitmesi, büyük bir iştir. Çünkü, kalbte korkulardan meydana gelen dehşetli üzüntü vardır. Ey sevgili! Ben ıssız çölleri yürüyerek katediyorum. Karşılaştığım bütün ovalar ve dağlar, beni hep sana gönderiyor" mânâsındaki beyitleri söyleyerek çıkıp gitti. Orada bulunanlar, Sâlih bin Gânim'e: "Bu zâta tâbi ol!" dediklerinde, peşine takıldı. Yer ve gök, denizler ve dağlar, sahrâlar, onun ayağı altında dürülüyordu. O, her adımını atışında, "Yâ Rabbî! Hayât'a hayat ver!" diyordu. Az zaman sonra, bir anda yeryüzü katlanıp, hemen Harrân'a geldiler. Oradakiler henüz sabah namazını kılıyorlardı." Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: "Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma'rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir." Hikmetlerle dolu, kalblere tesir eden sözlerinden bâzıları şunlardır: "Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir." "Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır." "Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O'nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O'nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk'ın sevgisini bulundurmalıdır" "Haramlardan sakın ve dünyâya düşkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarılmalı, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduğunu gösterip, dünyâlıklara kavuşmak için onu vesîle etmemelidir." "Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O'nu tanımanın) ve Hakk'a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur."   KAYNAKLAR 1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.153 2) Kalâid-ül-Cevâhir; s.115 3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.410 4) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.269 5) Tabakât-ül-Evliyâ; s.430 6) Nefehât-ül-Üns; s.612 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.225
Hasan Sezai Hazretleri 3. Bolum
Jul 4 2023
Hasan Sezai Hazretleri 3. Bolum
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmiHasan bin Ali, mahlası Sezâî'dir. Tasavvufta Gülşenî yoluna mensûb idi. 1669 (H.1080) yılında Gördes'de doğdu. Şehrin bugünkü adı Korent olup, Yunanistan sınırları içinde kalmıştır. 1738 (H.1151) senesinde Edirne'de vefât etti.Kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi. Hasan Sezâî, on sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes'te kaldı. 1687 senesinde Venedikliler o beldeyi istilâ edince, gemi ile Gördes'ten İstanbul'a geldi. Yolculuk esnâsında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden biri ile tanışıp sohbetinde bulundu. Hasan Sezâî, genç ve yakışıklı olmakla, zâhirî güzelliğe sâhib olduğu gibi, edeb ve ahlâkının fevkalâde olması ve çok iyi terbiye edilmesiyle bâtınî güzelliğe, kalb ve rûh temizliğine sâhib idi. Anlayış ve istidâdının pekçok olması, ilerde yüksek ilmî mertebelere yükseleceğini gösteriyordu. İstanbul'dan Edirne'ye geçen Hasan Sezâî bir taraftan oradaki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl ederken, diğer yandan kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, mânevî terbiye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnâsında tanıştığı zâtın tesiri ve gördüğü bir rüyâdaki işâret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet hizmetinde bulundu. Muhammed Sırrî'nin vefâtından sonra onun vekîli olup, yerine geçen Muhammed La'lî Fenâî Efendiye bağlandı. Muhammed La'lî Efendi aslen Kastamonulu olup, Edirne'de Şeyh Şücâ' Zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi. Hasan Sezâî'ye dergâhın vakıflarının icârlarını toplamak vazifesi verildi. Bunun için Sezâî'ye; Câbî Dede Efendi de denilmiştir. Hasan Sezâî ondan mezun olup, Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Buradaki vazifesi altı ayı dolunca, hocası Muhammed La'lî'nin halîfesi olan Muhammed Hamdi Efendi vefât etti. Bunun üzerine Sezâî onun yerine geçti. Hasan Sezâî Efendi bir gün talebeleriyle sohbet ederken kalp gözüyle hocası La'lî Efendinin vefât ettiğini anlayıp, şiddetli üzüntüye kapıldı ve kendinden geçerek yere düştü. Bu esnâda bir dişi kırıldı ve bu dişi bir tahtaya saplandı. Günümüzde de bu dişi, mihrâbın sağ tarafında bulunmakta ve ziyâret edenler tarafından görülmektedir. Hasan Sezâî Efendi bir ara İstanbul'a gelmişti. Daha önce Edirne'de iken ismi her tarafta duyulmuş olduğundan, İstanbul'a gelince, birçok kimse onu görmek arzusu ile bulunduğu yere akın etti. Fakat o, tevâzusunun çokluğundan, gâyet sâkin idi. Böyle gelip sohbette bulunanlardan bâzılarının kalbine, Hasan Sezâî'yi tahmin ettikleri gibi bulamama düşüncesi geldi. O gece bu kimselerin herbiri, rüyâlarında, Resûlullah efendimizi ziyâret için Medîne-i münevvereye gittiklerini, fakat kapıda Hasan Sezâî'nin bulunduğunu ve huzûr-ı seâdete girebilmek için onun yardımı gerektiğini gördüler. Ertesi gün rüyâlarını birbirine anlattıklarında, hepsinin aynı rüyâyı gördükleri anlaşıldı. Böylece Hasan Sezâî hazretlerinin, Resûlullah efendimizin vârisi olan büyük âlimlerden olduğunu yakînen anladılar. Hasan Sezâî hazretleri daha sonra Mısır'a gitti. Kâhire'de, Gülşenî Dergâhında vazîfe yapan İbrâhim Çelebi tarafından, Gülşenî tarîkatinde ikinci pîr olarak kabûl edildi. Hasan Sezâî Efendi, gâyet kibâr, asîl ve heybet sâhibi, iyi ahlâklı, çok zekî ve yakışıklı bir zât idi. Edirne'deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Talebelerinin sayısının beş yüz bini bulduğu ve bunların yiyip içmelerinin bizzat kendisi tarafından karşılandığı bilinmektedir. İlme çok hizmet etti.Dergâhın yanında bir sebzeci dükkanı vardı. Bir gün talebeleri ile sohbet ederken o dükkana bakarak şu şiiri söyledi:   Derd ile dâim yanmakta bu dil Aşkın nârına olmuşlar fitil Pervâne-sıfat olmaya vâsıl Şem'-i cemâle sûzana geldik.   Cismimiz bunda, canımız onda, Gevherimizin aslı ol kânda Sezâî, şimdi biz bu dükkanda, Biraz eylenip seyrâne geldik.   Talebeleri önce bu sözlerin hikmetini anlayamamışlardı. Ancak çok geçmeden dükkanın yeri satın alınarak dergâha ilâve olundu ve Sezâî Efendi vefât edince o yere defnolundu. Yerine oğlu Muhammed Sâdık Efendi geçti. Bundan sonra gelen torunları da, asırlar boyunca ilme hizmet etmişler, Edirne'de ilim ve feyz kaynağı olmuşlardır. Hasan Sezâî Efendinin menkıbe ve kerâmetleri pekçoktur. Rivâyet edilir ki: Zamânın Edirne vâlisi, adamlarından ikisine birer kese altın vererek; "Gidiniz. Bunların birini Güzelcebaba'daki dergâhın şeyhi Enis Dede'ye, diğerini de Bostanpazarı'ndaki Hasan Sezâî'ye veriniz." dedi. Vazifeliler Enis Dede'ye gelip parayı vermek istediklerinde, Enis Dede; "Evlâdım, vâli paşaya selâmlarımı söyleyiniz. Biz bir şeyimiz kalmadığı zaman sâhib olduklarımıza bakarız ve Rabbimize şükrederek ne kadar çok nimete kavuştuğumuzu anlarız. Siz lütfen bunu muhtâc birine veriniz. O zaman ben de memnun olurum." dedi. Bunun üzerine oradan ayrılan vazifeliler Hasan Sezâî'nin dergâhına doğru yola çıktılar. Bu sırada Sezâî Efendi dergâhının esnafa olan borçları birikmiş olduğundan, bâzı esnaf, alacaklarını istemek üzere dergâha gelmişlerdi. HasanSezâî alacaklıları iltifât ile karşılıyarak; "Buyurunuz. Lütfen oturunuz. Paranız gelmek üzeredir." dedi. Hasan Sezâî'nin yanında para olmadığını bilen talebeleri bu alacaklıların sıkıştırmasından, bu sebeple hocalarının zor durumda kalacağından dolayı üzgün idiler. Az sonra vâlinin adamları geldiler. Hasan Sezâî onları görünce; "Nerede kaldınız evlâtlarım. Bizleri beklettiniz. Şu altınları verin de alacaklıların hesaplarını kapatalım. Kendilerini bekletmeyelim." dedi. Oradakiler Sezâî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında şaşa kaldılar. Hepsi onun talebesi oldular. Hasan Sezâî hazretlerinin hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefâtından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefâtından yüz sene kadar sonra, Kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de mâlûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasan Sezâî'nin cesedi de göründü. Vefâtından sonra aradan yüz küsûr sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu eskisi gibi duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrafı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tâmir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı. Sefînet-ül-Evliyâ kitabının müellifi Hüseyin Vassâf Halvetî şöyle anlatır: "1906 senesinde Sezâî hazretlerinin türbesini ziyâret için Edirne'ye gitmiştim. Ziyâret esnâsında duyduğum, hissettiğim mânevî haz pek yüksekti. Başucundaki taşın üzerine kutubluk alâmeti olmak üzere siyah bir sarık sarılmıştı. Bu ziyâretim mânevî bir hava içerisinde geçti. Edirne'ye daha sonraları birkaç defâ gittim. Son ziyâretim 1922 senesinde oldu. Sezâî Efendinin güzel kokulu türbesini ziyâretle şereflendim. O sıralarda türbeye bakmakla vazifeli olanlar her nasılsa dünyâya düşkün kimseler olduğundan, onların alâkasızlığı ve lâkayd hâlleri sebebiyle türbe bakımsız hâldeydi. İçeriyi örümcek ve tozlar kaplamıştı. Cildleri bozulmuş, sahifeleri eskimiş Kur'ân-ı kerîmler de ortalıkta duruyordu. Bu duruma çok üzüldüm. Hattâ bir kimse içeriye kadar girmiş, sandukanın üzerinde örtülü bulunan değerli kumaşın yarısını keserek, götürüp satmıştı. Bunu öğrenince üzüntüm daha da arttı. Çok mahzûn oldum. Böyle yüksek bir zâtın türbesinin bu derece bakımsızlık içinde bulunması ne kadar acıydı. Mahallî vakıfların bozulması ve dergâha bakanların geçim derdine düşmeleri, türbeye hizmeti aksatmıştı. Hemen türbeyi temizlemek için teşebbüse geçtim. Allahü teâlânın izni ve yardımı ile türbeyi lâyık olduğu hâle getirdik." Hasan Sezâî Efendi uzak bir yere gittiğinde oğullarına ve talebelerine yahut uzakta bulunan sevdiklerine mektuplar gönderir, onların dînin emir ve nehiylerini yerine getirmekte gayret ve şevklerini artırırdı. Oğluna yazdığı bir mektuptan bâzı kısımlar: "Gözümün nûru evlâdım. Her hâlinle seni cenâb-ı Hakk'a emânet ettim. Kalb gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder. Dâimâ affedici ol. Vasiyetlerimi tutarsan dünyâda rahat ve muhterem, âhirette de mükerrem olur ve rızâmı kazanırsın. Dâimâ îtikâdı düzgün, sâlih kimselerle birlikte bulun. Dünyâ fânîdir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak şey, Allahü teâlâ için olan muhabbettir." Başka bir talebesine yazdığı bir mektuptan: "Allahü teâlâ mânevî nîmetlerden hisse almanı nasîb eylesin. Sakın ha. Dünyâ îtibârına aldanıp mânevî yükselmeden geri kalmayasın. Sûret ve görünüşe îtibâr etmeyesin. Zîrâ görünüşteki îtibâr, olsa olsa su üzerinde meydana gelen dalgaya benzer. Su üzerindeki dalganın devamlı olması mümkün müdür ve ona bağlanıp kalmak akıl kârı mıdır? Hak teâlâ mânâ âlemimizi ihyâ eylesin. Bize hidâyet versin. Çeşitli yanlışlara düşerek, mâneviyâtımızın harâb olmasından Allahü teâlâya sığınırız." Hasan Sezâî Efendi, ilim ve evliyâlığı yanında çok kuvvetli şiir söyleme kâbiliyetine de sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, "Osmanlıların Hâfız-ı Şirâzî'si" ünvânı verilmiştir. Şiirlerinin ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir. Hasan Sezâî Efendinin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:   Vücûdum mülkünün sultânı sensin. Muhakkak cânımın cânânı sensin.   Sezâî vârını mahvetti şimdi, Hemin mevcûd olan ihsânı sensin. *** Muhammed, ma'den-i sıdk u safâdır Muhammed, menba'ı cûd u atâdır (aleyhisselâm). *** Hasan Sezâî Efendinin eserleri şunlardır: 1) Dîvân: Ekserisi tasavvufî mâhiyette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertib edilmiştir. 2) Mektûbât: Talebelerinden, devlet adamlarından, mevki ve ilim sâhiplerinden ve başkalarından mühim şahsiyetlere yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelmiştir. 3) Niyâzî-i Mısrî'nin; "Halk içre bir âyîneyim. Herkes bakar bir an görür." mısraı ile başlayan altı beytlik bir gazelinin şerhi.   KERÂMET VE MENKÎBELERİ GEYİK BOYNUZU Rivâyet edilir ki: Hasan Sezâî Efendi zamânında, Edirne'de, kötü yola düşmüş bir kadın vardı. Bir zaman bu kadın hâlisâne olarak tövbe edip, eski hâlinden vazgeçti. Sâlih ameller işlemeye başladı. Fakat, uygunsuz kimseler tarafından tedirgin ediliyor, rahat bırakılmıyordu. Bu kadın Hasan Sezâî'ye gelerek yardım istedi. O da, kadına dergâhta kadınlara mahsus kısımda kalabileceğini bildirince, bir oda tahsis edilip, kadın orada kalmaya, ibâdet ve tâatla meşgûl olmaya başladı. Bu arada boş durmayan fitneciler, Hasan Sezâî hakkında çirkin iftirâlar yaymaya başladılar. Daha da ileri giderek, bir gece dergâhın kapısına geyik boynuzu astılar. O ise bu hallere sabrediyor kimseye bir şey demiyordu. Geyik boynuzunu dergâhın içine aldırdı. Edirne vilâyeti günlerce bu dedikodularla çalkalandı. Hasan Sezâî Efendi yine sabrediyor, hiç ses çıkarmıyordu. Bu şâyiânın yayılmasından az zaman sonra, Edirne'de müthiş bir uyuz hastalığı peydah oldu. Hasan Sezâî hakkında her kim iftirâ ve dedikodu etmiş ise ve her kim bu dedikoduları dinleyip kabûl etmiş ise, bu hastalığa yakalandı. Hastalık, bu sözlere adı karışmış olanlara yayılıyor, diğer insanlara bir şey olmuyordu. Hastalığa yakalananların bütün vücûtları yara bere içinde kaldı. Hiçbiri derdine çâre bulamadı. Affı ve merhameti pekçok olan Hasan Sezâî hazretleri onların bu hastalık sebebiyle şiddetli acı ve sıkıntı çekmelerine dayanamadı. Mübârek kalbi tahammül edemeyip, bir gece kılık kıyâfetini değiştirerek çarşıya çıktı. Kahvelerden birine girdi. Hiç kimse onu tanıyamadı. Uyuz olanlara yaklaşarak; "Sizin derdinizin ilâcı Hasan Sezâî'dedir." deyip oradan ayrıldı. Ertesi gün dergâhın önü ana-baba gününe döndü. Hastalığa tutulan herkes çâre bulmak ümîdiyle dergâha koşuyordu. Hasan Sezâî Efendi, gelenlerden herbirine, onların dergâhın kapısına astıkları geyik boynuzundan kazıyıp, toz hâlinde veriyordu. O tozu yarasına süren herkes Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu. Bu arada herkes hatâsını anlayıp, yaptıkları iftirâ ve dedikodulara pişmân oldular, tövbe ettiler. Böyle bir dertten kurtulmuş olmanın verdiği sevinçle, bir sergi açıp üzerine para attılar. Toplanan paralarla dergâhın kapısına bir çeşme yapıldı.   PEKİ ÖYLE OLSUN Bir gün içkiye mübtelâ olan bâzı gençler, torbalarına içki şişeleri koyarak, kıra içki içmeye gidiyorlardı. Giderken, Hasan Sezâî'nin dergâhının önünden geçmeleri îcâbetti. Sezâî Efendi onları görerek; "Evlâtlar, nereye gidiyorsunuz. Torbaların içindeki şişelerde ne var?" diye sordu. Gençler, mûziplik olsun diye ve hâllerini gizlemek için gülerek; "Efendi baba! Kıra gezmeye gidiyoruz. Şişelerimizde de şerbet var." dediler. Hasan Sezâî tebessüm edip; "Peki öyle olsun." buyurdu. Gençler ayrılıp gittiler. Kıra vardıklarında sofralarını kurdular. Şişelerindeki içkiyi içmeye başladıklarında hepsi birden çok şaşırdı. Çünkü şişelerin içindeki içkilerin hepsi şerbet olmuştu. Sonra yolda Sezaî Efendi ile karşılaştıklarını ve konuşmalarını hatırladılar. Bu hâlin, o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anlayıp, tövbe ettiler, artık bir daha içki içmediler.   KAYNAKLAR 1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.128 2) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2562 3) Sicilli Osmânî; c.3, s.15 4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.84 5) Tercüme-i Hâl-i Hazret-i Sezâî (Mektûbât-ı hazret-i Sezâî) (Matbaa-i Âmire İstanbul-1289) 6) Menâkıb-i Şeyh Sezâî-i Gülşenî (Üniversite Kütüphânesi T.Y., No: 424) 7) Tezkire-i Sâlim; s.350 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1079 9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.217
Hasan Sezai Hazretleri 2. Bolum
Jul 4 2023
Hasan Sezai Hazretleri 2. Bolum
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmiHasan bin Ali, mahlası Sezâî'dir. Tasavvufta Gülşenî yoluna mensûb idi. 1669 (H.1080) yılında Gördes'de doğdu. Şehrin bugünkü adı Korent olup, Yunanistan sınırları içinde kalmıştır. 1738 (H.1151) senesinde Edirne'de vefât etti.Kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi. Hasan Sezâî, on sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes'te kaldı. 1687 senesinde Venedikliler o beldeyi istilâ edince, gemi ile Gördes'ten İstanbul'a geldi. Yolculuk esnâsında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden biri ile tanışıp sohbetinde bulundu. Hasan Sezâî, genç ve yakışıklı olmakla, zâhirî güzelliğe sâhib olduğu gibi, edeb ve ahlâkının fevkalâde olması ve çok iyi terbiye edilmesiyle bâtınî güzelliğe, kalb ve rûh temizliğine sâhib idi. Anlayış ve istidâdının pekçok olması, ilerde yüksek ilmî mertebelere yükseleceğini gösteriyordu. İstanbul'dan Edirne'ye geçen Hasan Sezâî bir taraftan oradaki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl ederken, diğer yandan kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, mânevî terbiye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnâsında tanıştığı zâtın tesiri ve gördüğü bir rüyâdaki işâret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet hizmetinde bulundu. Muhammed Sırrî'nin vefâtından sonra onun vekîli olup, yerine geçen Muhammed La'lî Fenâî Efendiye bağlandı. Muhammed La'lî Efendi aslen Kastamonulu olup, Edirne'de Şeyh Şücâ' Zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi. Hasan Sezâî'ye dergâhın vakıflarının icârlarını toplamak vazifesi verildi. Bunun için Sezâî'ye; Câbî Dede Efendi de denilmiştir. Hasan Sezâî ondan mezun olup, Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Buradaki vazifesi altı ayı dolunca, hocası Muhammed La'lî'nin halîfesi olan Muhammed Hamdi Efendi vefât etti. Bunun üzerine Sezâî onun yerine geçti. Hasan Sezâî Efendi bir gün talebeleriyle sohbet ederken kalp gözüyle hocası La'lî Efendinin vefât ettiğini anlayıp, şiddetli üzüntüye kapıldı ve kendinden geçerek yere düştü. Bu esnâda bir dişi kırıldı ve bu dişi bir tahtaya saplandı. Günümüzde de bu dişi, mihrâbın sağ tarafında bulunmakta ve ziyâret edenler tarafından görülmektedir. Hasan Sezâî Efendi bir ara İstanbul'a gelmişti. Daha önce Edirne'de iken ismi her tarafta duyulmuş olduğundan, İstanbul'a gelince, birçok kimse onu görmek arzusu ile bulunduğu yere akın etti. Fakat o, tevâzusunun çokluğundan, gâyet sâkin idi. Böyle gelip sohbette bulunanlardan bâzılarının kalbine, Hasan Sezâî'yi tahmin ettikleri gibi bulamama düşüncesi geldi. O gece bu kimselerin herbiri, rüyâlarında, Resûlullah efendimizi ziyâret için Medîne-i münevvereye gittiklerini, fakat kapıda Hasan Sezâî'nin bulunduğunu ve huzûr-ı seâdete girebilmek için onun yardımı gerektiğini gördüler. Ertesi gün rüyâlarını birbirine anlattıklarında, hepsinin aynı rüyâyı gördükleri anlaşıldı. Böylece Hasan Sezâî hazretlerinin, Resûlullah efendimizin vârisi olan büyük âlimlerden olduğunu yakînen anladılar. Hasan Sezâî hazretleri daha sonra Mısır'a gitti. Kâhire'de, Gülşenî Dergâhında vazîfe yapan İbrâhim Çelebi tarafından, Gülşenî tarîkatinde ikinci pîr olarak kabûl edildi. Hasan Sezâî Efendi, gâyet kibâr, asîl ve heybet sâhibi, iyi ahlâklı, çok zekî ve yakışıklı bir zât idi. Edirne'deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Talebelerinin sayısının beş yüz bini bulduğu ve bunların yiyip içmelerinin bizzat kendisi tarafından karşılandığı bilinmektedir. İlme çok hizmet etti.Dergâhın yanında bir sebzeci dükkanı vardı. Bir gün talebeleri ile sohbet ederken o dükkana bakarak şu şiiri söyledi:   Derd ile dâim yanmakta bu dil Aşkın nârına olmuşlar fitil Pervâne-sıfat olmaya vâsıl Şem'-i cemâle sûzana geldik.   Cismimiz bunda, canımız onda, Gevherimizin aslı ol kânda Sezâî, şimdi biz bu dükkanda, Biraz eylenip seyrâne geldik.   Talebeleri önce bu sözlerin hikmetini anlayamamışlardı. Ancak çok geçmeden dükkanın yeri satın alınarak dergâha ilâve olundu ve Sezâî Efendi vefât edince o yere defnolundu. Yerine oğlu Muhammed Sâdık Efendi geçti. Bundan sonra gelen torunları da, asırlar boyunca ilme hizmet etmişler, Edirne'de ilim ve feyz kaynağı olmuşlardır. Hasan Sezâî Efendinin menkıbe ve kerâmetleri pekçoktur. Rivâyet edilir ki: Zamânın Edirne vâlisi, adamlarından ikisine birer kese altın vererek; "Gidiniz. Bunların birini Güzelcebaba'daki dergâhın şeyhi Enis Dede'ye, diğerini de Bostanpazarı'ndaki Hasan Sezâî'ye veriniz." dedi. Vazifeliler Enis Dede'ye gelip parayı vermek istediklerinde, Enis Dede; "Evlâdım, vâli paşaya selâmlarımı söyleyiniz. Biz bir şeyimiz kalmadığı zaman sâhib olduklarımıza bakarız ve Rabbimize şükrederek ne kadar çok nimete kavuştuğumuzu anlarız. Siz lütfen bunu muhtâc birine veriniz. O zaman ben de memnun olurum." dedi. Bunun üzerine oradan ayrılan vazifeliler Hasan Sezâî'nin dergâhına doğru yola çıktılar. Bu sırada Sezâî Efendi dergâhının esnafa olan borçları birikmiş olduğundan, bâzı esnaf, alacaklarını istemek üzere dergâha gelmişlerdi. HasanSezâî alacaklıları iltifât ile karşılıyarak; "Buyurunuz. Lütfen oturunuz. Paranız gelmek üzeredir." dedi. Hasan Sezâî'nin yanında para olmadığını bilen talebeleri bu alacaklıların sıkıştırmasından, bu sebeple hocalarının zor durumda kalacağından dolayı üzgün idiler. Az sonra vâlinin adamları geldiler. Hasan Sezâî onları görünce; "Nerede kaldınız evlâtlarım. Bizleri beklettiniz. Şu altınları verin de alacaklıların hesaplarını kapatalım. Kendilerini bekletmeyelim." dedi. Oradakiler Sezâî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında şaşa kaldılar. Hepsi onun talebesi oldular. Hasan Sezâî hazretlerinin hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefâtından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefâtından yüz sene kadar sonra, Kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de mâlûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasan Sezâî'nin cesedi de göründü. Vefâtından sonra aradan yüz küsûr sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu eskisi gibi duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrafı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tâmir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı. Sefînet-ül-Evliyâ kitabının müellifi Hüseyin Vassâf Halvetî şöyle anlatır: "1906 senesinde Sezâî hazretlerinin türbesini ziyâret için Edirne'ye gitmiştim. Ziyâret esnâsında duyduğum, hissettiğim mânevî haz pek yüksekti. Başucundaki taşın üzerine kutubluk alâmeti olmak üzere siyah bir sarık sarılmıştı. Bu ziyâretim mânevî bir hava içerisinde geçti. Edirne'ye daha sonraları birkaç defâ gittim. Son ziyâretim 1922 senesinde oldu. Sezâî Efendinin güzel kokulu türbesini ziyâretle şereflendim. O sıralarda türbeye bakmakla vazifeli olanlar her nasılsa dünyâya düşkün kimseler olduğundan, onların alâkasızlığı ve lâkayd hâlleri sebebiyle türbe bakımsız hâldeydi. İçeriyi örümcek ve tozlar kaplamıştı. Cildleri bozulmuş, sahifeleri eskimiş Kur'ân-ı kerîmler de ortalıkta duruyordu. Bu duruma çok üzüldüm. Hattâ bir kimse içeriye kadar girmiş, sandukanın üzerinde örtülü bulunan değerli kumaşın yarısını keserek, götürüp satmıştı. Bunu öğrenince üzüntüm daha da arttı. Çok mahzûn oldum. Böyle yüksek bir zâtın türbesinin bu derece bakımsızlık içinde bulunması ne kadar acıydı. Mahallî vakıfların bozulması ve dergâha bakanların geçim derdine düşmeleri, türbeye hizmeti aksatmıştı. Hemen türbeyi temizlemek için teşebbüse geçtim. Allahü teâlânın izni ve yardımı ile türbeyi lâyık olduğu hâle getirdik." Hasan Sezâî Efendi uzak bir yere gittiğinde oğullarına ve talebelerine yahut uzakta bulunan sevdiklerine mektuplar gönderir, onların dînin emir ve nehiylerini yerine getirmekte gayret ve şevklerini artırırdı. Oğluna yazdığı bir mektuptan bâzı kısımlar: "Gözümün nûru evlâdım. Her hâlinle seni cenâb-ı Hakk'a emânet ettim. Kalb gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder. Dâimâ affedici ol. Vasiyetlerimi tutarsan dünyâda rahat ve muhterem, âhirette de mükerrem olur ve rızâmı kazanırsın. Dâimâ îtikâdı düzgün, sâlih kimselerle birlikte bulun. Dünyâ fânîdir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak şey, Allahü teâlâ için olan muhabbettir." Başka bir talebesine yazdığı bir mektuptan: "Allahü teâlâ mânevî nîmetlerden hisse almanı nasîb eylesin. Sakın ha. Dünyâ îtibârına aldanıp mânevî yükselmeden geri kalmayasın. Sûret ve görünüşe îtibâr etmeyesin. Zîrâ görünüşteki îtibâr, olsa olsa su üzerinde meydana gelen dalgaya benzer. Su üzerindeki dalganın devamlı olması mümkün müdür ve ona bağlanıp kalmak akıl kârı mıdır? Hak teâlâ mânâ âlemimizi ihyâ eylesin. Bize hidâyet versin. Çeşitli yanlışlara düşerek, mâneviyâtımızın harâb olmasından Allahü teâlâya sığınırız." Hasan Sezâî Efendi, ilim ve evliyâlığı yanında çok kuvvetli şiir söyleme kâbiliyetine de sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, "Osmanlıların Hâfız-ı Şirâzî'si" ünvânı verilmiştir. Şiirlerinin ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir. Hasan Sezâî Efendinin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:   Vücûdum mülkünün sultânı sensin. Muhakkak cânımın cânânı sensin.   Sezâî vârını mahvetti şimdi, Hemin mevcûd olan ihsânı sensin. *** Muhammed, ma'den-i sıdk u safâdır Muhammed, menba'ı cûd u atâdır (aleyhisselâm). *** Hasan Sezâî Efendinin eserleri şunlardır: 1) Dîvân: Ekserisi tasavvufî mâhiyette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertib edilmiştir. 2) Mektûbât: Talebelerinden, devlet adamlarından, mevki ve ilim sâhiplerinden ve başkalarından mühim şahsiyetlere yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelmiştir. 3) Niyâzî-i Mısrî'nin; "Halk içre bir âyîneyim. Herkes bakar bir an görür." mısraı ile başlayan altı beytlik bir gazelinin şerhi.   KERÂMET VE MENKÎBELERİ GEYİK BOYNUZU Rivâyet edilir ki: Hasan Sezâî Efendi zamânında, Edirne'de, kötü yola düşmüş bir kadın vardı. Bir zaman bu kadın hâlisâne olarak tövbe edip, eski hâlinden vazgeçti. Sâlih ameller işlemeye başladı. Fakat, uygunsuz kimseler tarafından tedirgin ediliyor, rahat bırakılmıyordu. Bu kadın Hasan Sezâî'ye gelerek yardım istedi. O da, kadına dergâhta kadınlara mahsus kısımda kalabileceğini bildirince, bir oda tahsis edilip, kadın orada kalmaya, ibâdet ve tâatla meşgûl olmaya başladı. Bu arada boş durmayan fitneciler, Hasan Sezâî hakkında çirkin iftirâlar yaymaya başladılar. Daha da ileri giderek, bir gece dergâhın kapısına geyik boynuzu astılar. O ise bu hallere sabrediyor kimseye bir şey demiyordu. Geyik boynuzunu dergâhın içine aldırdı. Edirne vilâyeti günlerce bu dedikodularla çalkalandı. Hasan Sezâî Efendi yine sabrediyor, hiç ses çıkarmıyordu. Bu şâyiânın yayılmasından az zaman sonra, Edirne'de müthiş bir uyuz hastalığı peydah oldu. Hasan Sezâî hakkında her kim iftirâ ve dedikodu etmiş ise ve her kim bu dedikoduları dinleyip kabûl etmiş ise, bu hastalığa yakalandı. Hastalık, bu sözlere adı karışmış olanlara yayılıyor, diğer insanlara bir şey olmuyordu. Hastalığa yakalananların bütün vücûtları yara bere içinde kaldı. Hiçbiri derdine çâre bulamadı. Affı ve merhameti pekçok olan Hasan Sezâî hazretleri onların bu hastalık sebebiyle şiddetli acı ve sıkıntı çekmelerine dayanamadı. Mübârek kalbi tahammül edemeyip, bir gece kılık kıyâfetini değiştirerek çarşıya çıktı. Kahvelerden birine girdi. Hiç kimse onu tanıyamadı. Uyuz olanlara yaklaşarak; "Sizin derdinizin ilâcı Hasan Sezâî'dedir." deyip oradan ayrıldı. Ertesi gün dergâhın önü ana-baba gününe döndü. Hastalığa tutulan herkes çâre bulmak ümîdiyle dergâha koşuyordu. Hasan Sezâî Efendi, gelenlerden herbirine, onların dergâhın kapısına astıkları geyik boynuzundan kazıyıp, toz hâlinde veriyordu. O tozu yarasına süren herkes Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu. Bu arada herkes hatâsını anlayıp, yaptıkları iftirâ ve dedikodulara pişmân oldular, tövbe ettiler. Böyle bir dertten kurtulmuş olmanın verdiği sevinçle, bir sergi açıp üzerine para attılar. Toplanan paralarla dergâhın kapısına bir çeşme yapıldı.   PEKİ ÖYLE OLSUN Bir gün içkiye mübtelâ olan bâzı gençler, torbalarına içki şişeleri koyarak, kıra içki içmeye gidiyorlardı. Giderken, Hasan Sezâî'nin dergâhının önünden geçmeleri îcâbetti. Sezâî Efendi onları görerek; "Evlâtlar, nereye gidiyorsunuz. Torbaların içindeki şişelerde ne var?" diye sordu. Gençler, mûziplik olsun diye ve hâllerini gizlemek için gülerek; "Efendi baba! Kıra gezmeye gidiyoruz. Şişelerimizde de şerbet var." dediler. Hasan Sezâî tebessüm edip; "Peki öyle olsun." buyurdu. Gençler ayrılıp gittiler. Kıra vardıklarında sofralarını kurdular. Şişelerindeki içkiyi içmeye başladıklarında hepsi birden çok şaşırdı. Çünkü şişelerin içindeki içkilerin hepsi şerbet olmuştu. Sonra yolda Sezaî Efendi ile karşılaştıklarını ve konuşmalarını hatırladılar. Bu hâlin, o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anlayıp, tövbe ettiler, artık bir daha içki içmediler.   KAYNAKLAR 1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.128 2) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2562 3) Sicilli Osmânî; c.3, s.15 4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.84 5) Tercüme-i Hâl-i Hazret-i Sezâî (Mektûbât-ı hazret-i Sezâî) (Matbaa-i Âmire İstanbul-1289) 6) Menâkıb-i Şeyh Sezâî-i Gülşenî (Üniversite Kütüphânesi T.Y., No: 424) 7) Tezkire-i Sâlim; s.350 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1079 9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.217
Hasan Sezai Hazretleri 1. Bolum
Jul 4 2023
Hasan Sezai Hazretleri 1. Bolum
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmiHasan bin Ali, mahlası Sezâî'dir. Tasavvufta Gülşenî yoluna mensûb idi. 1669 (H.1080) yılında Gördes'de doğdu. Şehrin bugünkü adı Korent olup, Yunanistan sınırları içinde kalmıştır. 1738 (H.1151) senesinde Edirne'de vefât etti.Kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi. Hasan Sezâî, on sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes'te kaldı. 1687 senesinde Venedikliler o beldeyi istilâ edince, gemi ile Gördes'ten İstanbul'a geldi. Yolculuk esnâsında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden biri ile tanışıp sohbetinde bulundu. Hasan Sezâî, genç ve yakışıklı olmakla, zâhirî güzelliğe sâhib olduğu gibi, edeb ve ahlâkının fevkalâde olması ve çok iyi terbiye edilmesiyle bâtınî güzelliğe, kalb ve rûh temizliğine sâhib idi. Anlayış ve istidâdının pekçok olması, ilerde yüksek ilmî mertebelere yükseleceğini gösteriyordu. İstanbul'dan Edirne'ye geçen Hasan Sezâî bir taraftan oradaki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl ederken, diğer yandan kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, mânevî terbiye verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnâsında tanıştığı zâtın tesiri ve gördüğü bir rüyâdaki işâret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet hizmetinde bulundu. Muhammed Sırrî'nin vefâtından sonra onun vekîli olup, yerine geçen Muhammed La'lî Fenâî Efendiye bağlandı. Muhammed La'lî Efendi aslen Kastamonulu olup, Edirne'de Şeyh Şücâ' Zâviyesinde talebe yetiştirmekle meşgûl idi. Hasan Sezâî'ye dergâhın vakıflarının icârlarını toplamak vazifesi verildi. Bunun için Sezâî'ye; Câbî Dede Efendi de denilmiştir. Hasan Sezâî ondan mezun olup, Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Buradaki vazifesi altı ayı dolunca, hocası Muhammed La'lî'nin halîfesi olan Muhammed Hamdi Efendi vefât etti. Bunun üzerine Sezâî onun yerine geçti. Hasan Sezâî Efendi bir gün talebeleriyle sohbet ederken kalp gözüyle hocası La'lî Efendinin vefât ettiğini anlayıp, şiddetli üzüntüye kapıldı ve kendinden geçerek yere düştü. Bu esnâda bir dişi kırıldı ve bu dişi bir tahtaya saplandı. Günümüzde de bu dişi, mihrâbın sağ tarafında bulunmakta ve ziyâret edenler tarafından görülmektedir. Hasan Sezâî Efendi bir ara İstanbul'a gelmişti. Daha önce Edirne'de iken ismi her tarafta duyulmuş olduğundan, İstanbul'a gelince, birçok kimse onu görmek arzusu ile bulunduğu yere akın etti. Fakat o, tevâzusunun çokluğundan, gâyet sâkin idi. Böyle gelip sohbette bulunanlardan bâzılarının kalbine, Hasan Sezâî'yi tahmin ettikleri gibi bulamama düşüncesi geldi. O gece bu kimselerin herbiri, rüyâlarında, Resûlullah efendimizi ziyâret için Medîne-i münevvereye gittiklerini, fakat kapıda Hasan Sezâî'nin bulunduğunu ve huzûr-ı seâdete girebilmek için onun yardımı gerektiğini gördüler. Ertesi gün rüyâlarını birbirine anlattıklarında, hepsinin aynı rüyâyı gördükleri anlaşıldı. Böylece Hasan Sezâî hazretlerinin, Resûlullah efendimizin vârisi olan büyük âlimlerden olduğunu yakînen anladılar. Hasan Sezâî hazretleri daha sonra Mısır'a gitti. Kâhire'de, Gülşenî Dergâhında vazîfe yapan İbrâhim Çelebi tarafından, Gülşenî tarîkatinde ikinci pîr olarak kabûl edildi. Hasan Sezâî Efendi, gâyet kibâr, asîl ve heybet sâhibi, iyi ahlâklı, çok zekî ve yakışıklı bir zât idi. Edirne'deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Talebelerinin sayısının beş yüz bini bulduğu ve bunların yiyip içmelerinin bizzat kendisi tarafından karşılandığı bilinmektedir. İlme çok hizmet etti.Dergâhın yanında bir sebzeci dükkanı vardı. Bir gün talebeleri ile sohbet ederken o dükkana bakarak şu şiiri söyledi:   Derd ile dâim yanmakta bu dil Aşkın nârına olmuşlar fitil Pervâne-sıfat olmaya vâsıl Şem'-i cemâle sûzana geldik.   Cismimiz bunda, canımız onda, Gevherimizin aslı ol kânda Sezâî, şimdi biz bu dükkanda, Biraz eylenip seyrâne geldik.   Talebeleri önce bu sözlerin hikmetini anlayamamışlardı. Ancak çok geçmeden dükkanın yeri satın alınarak dergâha ilâve olundu ve Sezâî Efendi vefât edince o yere defnolundu. Yerine oğlu Muhammed Sâdık Efendi geçti. Bundan sonra gelen torunları da, asırlar boyunca ilme hizmet etmişler, Edirne'de ilim ve feyz kaynağı olmuşlardır. Hasan Sezâî Efendinin menkıbe ve kerâmetleri pekçoktur. Rivâyet edilir ki: Zamânın Edirne vâlisi, adamlarından ikisine birer kese altın vererek; "Gidiniz. Bunların birini Güzelcebaba'daki dergâhın şeyhi Enis Dede'ye, diğerini de Bostanpazarı'ndaki Hasan Sezâî'ye veriniz." dedi. Vazifeliler Enis Dede'ye gelip parayı vermek istediklerinde, Enis Dede; "Evlâdım, vâli paşaya selâmlarımı söyleyiniz. Biz bir şeyimiz kalmadığı zaman sâhib olduklarımıza bakarız ve Rabbimize şükrederek ne kadar çok nimete kavuştuğumuzu anlarız. Siz lütfen bunu muhtâc birine veriniz. O zaman ben de memnun olurum." dedi. Bunun üzerine oradan ayrılan vazifeliler Hasan Sezâî'nin dergâhına doğru yola çıktılar. Bu sırada Sezâî Efendi dergâhının esnafa olan borçları birikmiş olduğundan, bâzı esnaf, alacaklarını istemek üzere dergâha gelmişlerdi. HasanSezâî alacaklıları iltifât ile karşılıyarak; "Buyurunuz. Lütfen oturunuz. Paranız gelmek üzeredir." dedi. Hasan Sezâî'nin yanında para olmadığını bilen talebeleri bu alacaklıların sıkıştırmasından, bu sebeple hocalarının zor durumda kalacağından dolayı üzgün idiler. Az sonra vâlinin adamları geldiler. Hasan Sezâî onları görünce; "Nerede kaldınız evlâtlarım. Bizleri beklettiniz. Şu altınları verin de alacaklıların hesaplarını kapatalım. Kendilerini bekletmeyelim." dedi. Oradakiler Sezâî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında şaşa kaldılar. Hepsi onun talebesi oldular. Hasan Sezâî hazretlerinin hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefâtından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefâtından yüz sene kadar sonra, Kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de mâlûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasan Sezâî'nin cesedi de göründü. Vefâtından sonra aradan yüz küsûr sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu eskisi gibi duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrafı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tâmir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı. Sefînet-ül-Evliyâ kitabının müellifi Hüseyin Vassâf Halvetî şöyle anlatır: "1906 senesinde Sezâî hazretlerinin türbesini ziyâret için Edirne'ye gitmiştim. Ziyâret esnâsında duyduğum, hissettiğim mânevî haz pek yüksekti. Başucundaki taşın üzerine kutubluk alâmeti olmak üzere siyah bir sarık sarılmıştı. Bu ziyâretim mânevî bir hava içerisinde geçti. Edirne'ye daha sonraları birkaç defâ gittim. Son ziyâretim 1922 senesinde oldu. Sezâî Efendinin güzel kokulu türbesini ziyâretle şereflendim. O sıralarda türbeye bakmakla vazifeli olanlar her nasılsa dünyâya düşkün kimseler olduğundan, onların alâkasızlığı ve lâkayd hâlleri sebebiyle türbe bakımsız hâldeydi. İçeriyi örümcek ve tozlar kaplamıştı. Cildleri bozulmuş, sahifeleri eskimiş Kur'ân-ı kerîmler de ortalıkta duruyordu. Bu duruma çok üzüldüm. Hattâ bir kimse içeriye kadar girmiş, sandukanın üzerinde örtülü bulunan değerli kumaşın yarısını keserek, götürüp satmıştı. Bunu öğrenince üzüntüm daha da arttı. Çok mahzûn oldum. Böyle yüksek bir zâtın türbesinin bu derece bakımsızlık içinde bulunması ne kadar acıydı. Mahallî vakıfların bozulması ve dergâha bakanların geçim derdine düşmeleri, türbeye hizmeti aksatmıştı. Hemen türbeyi temizlemek için teşebbüse geçtim. Allahü teâlânın izni ve yardımı ile türbeyi lâyık olduğu hâle getirdik." Hasan Sezâî Efendi uzak bir yere gittiğinde oğullarına ve talebelerine yahut uzakta bulunan sevdiklerine mektuplar gönderir, onların dînin emir ve nehiylerini yerine getirmekte gayret ve şevklerini artırırdı. Oğluna yazdığı bir mektuptan bâzı kısımlar: "Gözümün nûru evlâdım. Her hâlinle seni cenâb-ı Hakk'a emânet ettim. Kalb gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder. Dâimâ affedici ol. Vasiyetlerimi tutarsan dünyâda rahat ve muhterem, âhirette de mükerrem olur ve rızâmı kazanırsın. Dâimâ îtikâdı düzgün, sâlih kimselerle birlikte bulun. Dünyâ fânîdir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak şey, Allahü teâlâ için olan muhabbettir." Başka bir talebesine yazdığı bir mektuptan: "Allahü teâlâ mânevî nîmetlerden hisse almanı nasîb eylesin. Sakın ha. Dünyâ îtibârına aldanıp mânevî yükselmeden geri kalmayasın. Sûret ve görünüşe îtibâr etmeyesin. Zîrâ görünüşteki îtibâr, olsa olsa su üzerinde meydana gelen dalgaya benzer. Su üzerindeki dalganın devamlı olması mümkün müdür ve ona bağlanıp kalmak akıl kârı mıdır? Hak teâlâ mânâ âlemimizi ihyâ eylesin. Bize hidâyet versin. Çeşitli yanlışlara düşerek, mâneviyâtımızın harâb olmasından Allahü teâlâya sığınırız." Hasan Sezâî Efendi, ilim ve evliyâlığı yanında çok kuvvetli şiir söyleme kâbiliyetine de sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, "Osmanlıların Hâfız-ı Şirâzî'si" ünvânı verilmiştir. Şiirlerinin ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir. Hasan Sezâî Efendinin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:   Vücûdum mülkünün sultânı sensin. Muhakkak cânımın cânânı sensin.   Sezâî vârını mahvetti şimdi, Hemin mevcûd olan ihsânı sensin. *** Muhammed, ma'den-i sıdk u safâdır Muhammed, menba'ı cûd u atâdır (aleyhisselâm). *** Hasan Sezâî Efendinin eserleri şunlardır: 1) Dîvân: Ekserisi tasavvufî mâhiyette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertib edilmiştir. 2) Mektûbât: Talebelerinden, devlet adamlarından, mevki ve ilim sâhiplerinden ve başkalarından mühim şahsiyetlere yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelmiştir. 3) Niyâzî-i Mısrî'nin; "Halk içre bir âyîneyim. Herkes bakar bir an görür." mısraı ile başlayan altı beytlik bir gazelinin şerhi.   KERÂMET VE MENKÎBELERİ GEYİK BOYNUZU Rivâyet edilir ki: Hasan Sezâî Efendi zamânında, Edirne'de, kötü yola düşmüş bir kadın vardı. Bir zaman bu kadın hâlisâne olarak tövbe edip, eski hâlinden vazgeçti. Sâlih ameller işlemeye başladı. Fakat, uygunsuz kimseler tarafından tedirgin ediliyor, rahat bırakılmıyordu. Bu kadın Hasan Sezâî'ye gelerek yardım istedi. O da, kadına dergâhta kadınlara mahsus kısımda kalabileceğini bildirince, bir oda tahsis edilip, kadın orada kalmaya, ibâdet ve tâatla meşgûl olmaya başladı. Bu arada boş durmayan fitneciler, Hasan Sezâî hakkında çirkin iftirâlar yaymaya başladılar. Daha da ileri giderek, bir gece dergâhın kapısına geyik boynuzu astılar. O ise bu hallere sabrediyor kimseye bir şey demiyordu. Geyik boynuzunu dergâhın içine aldırdı. Edirne vilâyeti günlerce bu dedikodularla çalkalandı. Hasan Sezâî Efendi yine sabrediyor, hiç ses çıkarmıyordu. Bu şâyiânın yayılmasından az zaman sonra, Edirne'de müthiş bir uyuz hastalığı peydah oldu. Hasan Sezâî hakkında her kim iftirâ ve dedikodu etmiş ise ve her kim bu dedikoduları dinleyip kabûl etmiş ise, bu hastalığa yakalandı. Hastalık, bu sözlere adı karışmış olanlara yayılıyor, diğer insanlara bir şey olmuyordu. Hastalığa yakalananların bütün vücûtları yara bere içinde kaldı. Hiçbiri derdine çâre bulamadı. Affı ve merhameti pekçok olan Hasan Sezâî hazretleri onların bu hastalık sebebiyle şiddetli acı ve sıkıntı çekmelerine dayanamadı. Mübârek kalbi tahammül edemeyip, bir gece kılık kıyâfetini değiştirerek çarşıya çıktı. Kahvelerden birine girdi. Hiç kimse onu tanıyamadı. Uyuz olanlara yaklaşarak; "Sizin derdinizin ilâcı Hasan Sezâî'dedir." deyip oradan ayrıldı. Ertesi gün dergâhın önü ana-baba gününe döndü. Hastalığa tutulan herkes çâre bulmak ümîdiyle dergâha koşuyordu. Hasan Sezâî Efendi, gelenlerden herbirine, onların dergâhın kapısına astıkları geyik boynuzundan kazıyıp, toz hâlinde veriyordu. O tozu yarasına süren herkes Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu. Bu arada herkes hatâsını anlayıp, yaptıkları iftirâ ve dedikodulara pişmân oldular, tövbe ettiler. Böyle bir dertten kurtulmuş olmanın verdiği sevinçle, bir sergi açıp üzerine para attılar. Toplanan paralarla dergâhın kapısına bir çeşme yapıldı.   PEKİ ÖYLE OLSUN Bir gün içkiye mübtelâ olan bâzı gençler, torbalarına içki şişeleri koyarak, kıra içki içmeye gidiyorlardı. Giderken, Hasan Sezâî'nin dergâhının önünden geçmeleri îcâbetti. Sezâî Efendi onları görerek; "Evlâtlar, nereye gidiyorsunuz. Torbaların içindeki şişelerde ne var?" diye sordu. Gençler, mûziplik olsun diye ve hâllerini gizlemek için gülerek; "Efendi baba! Kıra gezmeye gidiyoruz. Şişelerimizde de şerbet var." dediler. Hasan Sezâî tebessüm edip; "Peki öyle olsun." buyurdu. Gençler ayrılıp gittiler. Kıra vardıklarında sofralarını kurdular. Şişelerindeki içkiyi içmeye başladıklarında hepsi birden çok şaşırdı. Çünkü şişelerin içindeki içkilerin hepsi şerbet olmuştu. Sonra yolda Sezaî Efendi ile karşılaştıklarını ve konuşmalarını hatırladılar. Bu hâlin, o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anlayıp, tövbe ettiler, artık bir daha içki içmediler.   KAYNAKLAR 1) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.128 2) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2562 3) Sicilli Osmânî; c.3, s.15 4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.84 5) Tercüme-i Hâl-i Hazret-i Sezâî (Mektûbât-ı hazret-i Sezâî) (Matbaa-i Âmire İstanbul-1289) 6) Menâkıb-i Şeyh Sezâî-i Gülşenî (Üniversite Kütüphânesi T.Y., No: 424) 7) Tezkire-i Sâlim; s.350 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1079 9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.217
Hamid-i Aksarayi (Somuncu Baba) Hazretleri 4. Bolum
Jul 4 2023
Hamid-i Aksarayi (Somuncu Baba) Hazretleri 4. Bolum
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti. İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü. Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu. Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi. Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti. Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular. Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü. Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır. Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi. Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?” buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; “Bu tarla sizindir efendim” dedi. O da, ekinlere bakarak; “Biz âhıret için çalışıyorduk. Acaba hangi günahımızdan dolayı dünyâmız ma’mûr olmaya başladı?” deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi. Yine birgün, yaşlı bir kadın huzûruna gelip; “Efendim! Benim bir ineğim vardı. Sabahleyin sığırtmaca ineği teslim ettim, fakat akşam ineğim dönmedi. Çok aradım, ineği bulamadım. Ne olur derdime çâre olunuz” diye yalvardı. Kadının bu üzüntüsüne dayanamayan Hâmid-i Velî; “Sen burada bekle. Biz etrâfı bir araştıralım, bulursak getiririz” buyurdu. Dışarı çıkıp, sağa sola araştırma yapmadan, hep bir istikâmette gitti. Kadın da onu gizliden ta’kibe başladı. Hâmid-i Velî, bugünkü türbesinin bulunduğu yere geldi. Orada ineğin otlamakta olduğunu görerek; “Ey mübârek hayvan! Niçin diğer hayvanlardan geri kaldın da bizi buraya kadar yordun?” deyince, inek lisâna gelip; “Bugün yavruma süt verecek kadar karnımı doyuramamıştım. Onun için burada otluyordum” dedi. Bu konuşmaları işiten kadın, Hâmid-i Aksarâyî’nin derecesinin üstünlüğünü anladı. Onu ençok sevenler arasında oldu. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 815 (m. 1412) senesinde, birgün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rek’at namaz kıldıktan sonra, uzun uzun duâ etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hacı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1400 (m. 1980) senesinden i’tibâren, Aksaraylı Şahin Başer Bey’in gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba’nın çilehânesini ve türbesini ziyâret edenler, rûhâniyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuştuklarını, dünyâyı unuttuklarını söylemişlerdir. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan duâların kabûl olduğunu da bildirmişlerdir. Hâmid-i Aksarâyî hazretlerini çok sevenlerden biri şöyle anlattı: “Aksaray’da me’mûr olarak vazîfe yapıyordum. Bir üst makama terfim ihtilaflı idi. Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerine gittim. Türbesini ziyâret ederek, ona durumumu anlattım. Çilehânesinde iki rek’at namaz kıldıktan sonra eve geldim. Gece rü’yâmda Hâmid-i Velî’yi gördüm. Bana buyurdu ki: “Evlâdım, hiç üzülme, üst makama geçeceksin. Biz evliyâ kullar, senin o makama geçtikten sonra, istifâ edip, serbest olarak İslâmiyete hizmet etmeni, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara bildirmeni arzu ediyoruz” buyurdu. Hakîkaten, kısa bir zaman sonra bir üst makama geçme emri geldi ve istifâmı vererek İslâmiyete hizmet etmeye çalıştım.” Hâmid-i Aksarâyî hazretlerinin okuduğu kasideler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan ba’zıları şöyledir: Biz ol âşık yiğitleriz, Akıl, rüşd bize yâr olmaz. Mey-i aşk ile sermestiz, Bizler asla sarhoş olmaz. Diriyiz dâim ölmeyiz, Karanlıkta hiç kalmayız, Çürüyüp toprak olmayız, Bize gece gündüz olmaz. Bizim illerde ay ve gün, Sebat üzre durur dâim. Televvün irişür âna, Gehî bedr-ü-hilâl olmaz. Bizim bahçedeki güller, Dururlar taze, solmazlar, Hazân olup dökülmezler, Kış mevsimi bahar olmaz. Şerbeti aşk için içtik, Feragat mülküne göçtük, Yanıp aşkınla tutuştuk, Bize tahrûk-ü-târ olmaz. İrelden Şems’in nûruna, Vücûdun zerreden katre Ne katre, ayn-ı bahr oldu. Ona çukur kenar olmaz. Bırak ey Hâmidâ vârı Görem dersen sen ol yân, Görecek ol tecellâyı, Ondan üstün kemâl olmaz. * * * Senden dolu iki cihan, Oldum Zuhurunda nihân. Ger bulmayam seni ayan, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Şol gün ki mîzân kurula, Hak huzûrunda durula, Hizmetçi nâra sürüle, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Ağlarım işte zar ile, Eyvah kaldım eller ile, Tanışmadım sen yâr ile, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Hâmidî’nin gözü yaşı, Doldurur dağ ile taşı, Bilmem nidem garîb başı, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Hâmid-i Aksarâyî hazretleri hakkında yazılan ba’zı kasideler de şöyledir: Geldi Hâmid çü verdi Rûm’a ziya Ölü kalbi diriltip etti ihya. Hacı Bayram’a ândan oldu nazar, Her kim âna erişti buldu rehâ. Sa’îd-i nûr cezbesiyle sunup, Câm-ı aşkı içirdi verdi safa. Pertev-i nûr cezbesiyle ol er, Ölü kalbi diriltip etti ihya. Bursa’dadır şimdi iki gözlü fırının, Bismillah diyerek hamuru yoğurun, Elin değdikçe bereketlenir hamurun, Piştikçe lezzetlenir o güzel somunun. Küfelere koyarak yüklenirsin sırtına, Ulu Câmi önünden inersin sahaflara Somunlar, mü’minler! dersin Bursa halkına, Âhıreti düşünüp yersin helâl lokma. Fâtiha’yı yedi tefsîr edip açarsın, Ulu Câmi içinde hikmetler saçarsın, Hacı Bayram-ı Velî’nin de hocasısın, Ârif-i billahsın, kutubsun, evliyâsın. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 74 2) Tâc-üt-Tevârih cild-2, sh. 425 3) Nefehât-ül-üns sh. 683 4) Aşıkpaşazâde Târihi sh. 201 5) Semerât-ül-fuâd sh. 7 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1008 7) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 54 8) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 72
Hamid-i Aksarayi (Somuncu Baba) Hazretleri 3. Bolum
Jul 4 2023
Hamid-i Aksarayi (Somuncu Baba) Hazretleri 3. Bolum
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti. İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü. Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu. Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi. Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti. Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular. Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü. Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır. Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi. Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?” buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; “Bu tarla sizindir efendim” dedi. O da, ekinlere bakarak; “Biz âhıret için çalışıyorduk. Acaba hangi günahımızdan dolayı dünyâmız ma’mûr olmaya başladı?” deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi. Yine birgün, yaşlı bir kadın huzûruna gelip; “Efendim! Benim bir ineğim vardı. Sabahleyin sığırtmaca ineği teslim ettim, fakat akşam ineğim dönmedi. Çok aradım, ineği bulamadım. Ne olur derdime çâre olunuz” diye yalvardı. Kadının bu üzüntüsüne dayanamayan Hâmid-i Velî; “Sen burada bekle. Biz etrâfı bir araştıralım, bulursak getiririz” buyurdu. Dışarı çıkıp, sağa sola araştırma yapmadan, hep bir istikâmette gitti. Kadın da onu gizliden ta’kibe başladı. Hâmid-i Velî, bugünkü türbesinin bulunduğu yere geldi. Orada ineğin otlamakta olduğunu görerek; “Ey mübârek hayvan! Niçin diğer hayvanlardan geri kaldın da bizi buraya kadar yordun?” deyince, inek lisâna gelip; “Bugün yavruma süt verecek kadar karnımı doyuramamıştım. Onun için burada otluyordum” dedi. Bu konuşmaları işiten kadın, Hâmid-i Aksarâyî’nin derecesinin üstünlüğünü anladı. Onu ençok sevenler arasında oldu. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 815 (m. 1412) senesinde, birgün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rek’at namaz kıldıktan sonra, uzun uzun duâ etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hacı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1400 (m. 1980) senesinden i’tibâren, Aksaraylı Şahin Başer Bey’in gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba’nın çilehânesini ve türbesini ziyâret edenler, rûhâniyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuştuklarını, dünyâyı unuttuklarını söylemişlerdir. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan duâların kabûl olduğunu da bildirmişlerdir. Hâmid-i Aksarâyî hazretlerini çok sevenlerden biri şöyle anlattı: “Aksaray’da me’mûr olarak vazîfe yapıyordum. Bir üst makama terfim ihtilaflı idi. Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerine gittim. Türbesini ziyâret ederek, ona durumumu anlattım. Çilehânesinde iki rek’at namaz kıldıktan sonra eve geldim. Gece rü’yâmda Hâmid-i Velî’yi gördüm. Bana buyurdu ki: “Evlâdım, hiç üzülme, üst makama geçeceksin. Biz evliyâ kullar, senin o makama geçtikten sonra, istifâ edip, serbest olarak İslâmiyete hizmet etmeni, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara bildirmeni arzu ediyoruz” buyurdu. Hakîkaten, kısa bir zaman sonra bir üst makama geçme emri geldi ve istifâmı vererek İslâmiyete hizmet etmeye çalıştım.” Hâmid-i Aksarâyî hazretlerinin okuduğu kasideler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan ba’zıları şöyledir: Biz ol âşık yiğitleriz, Akıl, rüşd bize yâr olmaz. Mey-i aşk ile sermestiz, Bizler asla sarhoş olmaz. Diriyiz dâim ölmeyiz, Karanlıkta hiç kalmayız, Çürüyüp toprak olmayız, Bize gece gündüz olmaz. Bizim illerde ay ve gün, Sebat üzre durur dâim. Televvün irişür âna, Gehî bedr-ü-hilâl olmaz. Bizim bahçedeki güller, Dururlar taze, solmazlar, Hazân olup dökülmezler, Kış mevsimi bahar olmaz. Şerbeti aşk için içtik, Feragat mülküne göçtük, Yanıp aşkınla tutuştuk, Bize tahrûk-ü-târ olmaz. İrelden Şems’in nûruna, Vücûdun zerreden katre Ne katre, ayn-ı bahr oldu. Ona çukur kenar olmaz. Bırak ey Hâmidâ vârı Görem dersen sen ol yân, Görecek ol tecellâyı, Ondan üstün kemâl olmaz. * * * Senden dolu iki cihan, Oldum Zuhurunda nihân. Ger bulmayam seni ayan, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Şol gün ki mîzân kurula, Hak huzûrunda durula, Hizmetçi nâra sürüle, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Ağlarım işte zar ile, Eyvah kaldım eller ile, Tanışmadım sen yâr ile, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Hâmidî’nin gözü yaşı, Doldurur dağ ile taşı, Bilmem nidem garîb başı, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Hâmid-i Aksarâyî hazretleri hakkında yazılan ba’zı kasideler de şöyledir: Geldi Hâmid çü verdi Rûm’a ziya Ölü kalbi diriltip etti ihya. Hacı Bayram’a ândan oldu nazar, Her kim âna erişti buldu rehâ. Sa’îd-i nûr cezbesiyle sunup, Câm-ı aşkı içirdi verdi safa. Pertev-i nûr cezbesiyle ol er, Ölü kalbi diriltip etti ihya. Bursa’dadır şimdi iki gözlü fırının, Bismillah diyerek hamuru yoğurun, Elin değdikçe bereketlenir hamurun, Piştikçe lezzetlenir o güzel somunun. Küfelere koyarak yüklenirsin sırtına, Ulu Câmi önünden inersin sahaflara Somunlar, mü’minler! dersin Bursa halkına, Âhıreti düşünüp yersin helâl lokma. Fâtiha’yı yedi tefsîr edip açarsın, Ulu Câmi içinde hikmetler saçarsın, Hacı Bayram-ı Velî’nin de hocasısın, Ârif-i billahsın, kutubsun, evliyâsın. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 74 2) Tâc-üt-Tevârih cild-2, sh. 425 3) Nefehât-ül-üns sh. 683 4) Aşıkpaşazâde Târihi sh. 201 5) Semerât-ül-fuâd sh. 7 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1008 7) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 54 8) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 72
Hamid-i Aksarayi (Somuncu Baba) Hazretleri 2. Bolum
Jul 4 2023
Hamid-i Aksarayi (Somuncu Baba) Hazretleri 2. Bolum
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti. İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü. Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu. Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi. Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti. Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular. Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü. Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır. Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi. Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?” buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; “Bu tarla sizindir efendim” dedi. O da, ekinlere bakarak; “Biz âhıret için çalışıyorduk. Acaba hangi günahımızdan dolayı dünyâmız ma’mûr olmaya başladı?” deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi. Yine birgün, yaşlı bir kadın huzûruna gelip; “Efendim! Benim bir ineğim vardı. Sabahleyin sığırtmaca ineği teslim ettim, fakat akşam ineğim dönmedi. Çok aradım, ineği bulamadım. Ne olur derdime çâre olunuz” diye yalvardı. Kadının bu üzüntüsüne dayanamayan Hâmid-i Velî; “Sen burada bekle. Biz etrâfı bir araştıralım, bulursak getiririz” buyurdu. Dışarı çıkıp, sağa sola araştırma yapmadan, hep bir istikâmette gitti. Kadın da onu gizliden ta’kibe başladı. Hâmid-i Velî, bugünkü türbesinin bulunduğu yere geldi. Orada ineğin otlamakta olduğunu görerek; “Ey mübârek hayvan! Niçin diğer hayvanlardan geri kaldın da bizi buraya kadar yordun?” deyince, inek lisâna gelip; “Bugün yavruma süt verecek kadar karnımı doyuramamıştım. Onun için burada otluyordum” dedi. Bu konuşmaları işiten kadın, Hâmid-i Aksarâyî’nin derecesinin üstünlüğünü anladı. Onu ençok sevenler arasında oldu. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 815 (m. 1412) senesinde, birgün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rek’at namaz kıldıktan sonra, uzun uzun duâ etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hacı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1400 (m. 1980) senesinden i’tibâren, Aksaraylı Şahin Başer Bey’in gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba’nın çilehânesini ve türbesini ziyâret edenler, rûhâniyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuştuklarını, dünyâyı unuttuklarını söylemişlerdir. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan duâların kabûl olduğunu da bildirmişlerdir. Hâmid-i Aksarâyî hazretlerini çok sevenlerden biri şöyle anlattı: “Aksaray’da me’mûr olarak vazîfe yapıyordum. Bir üst makama terfim ihtilaflı idi. Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerine gittim. Türbesini ziyâret ederek, ona durumumu anlattım. Çilehânesinde iki rek’at namaz kıldıktan sonra eve geldim. Gece rü’yâmda Hâmid-i Velî’yi gördüm. Bana buyurdu ki: “Evlâdım, hiç üzülme, üst makama geçeceksin. Biz evliyâ kullar, senin o makama geçtikten sonra, istifâ edip, serbest olarak İslâmiyete hizmet etmeni, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara bildirmeni arzu ediyoruz” buyurdu. Hakîkaten, kısa bir zaman sonra bir üst makama geçme emri geldi ve istifâmı vererek İslâmiyete hizmet etmeye çalıştım.” Hâmid-i Aksarâyî hazretlerinin okuduğu kasideler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan ba’zıları şöyledir: Biz ol âşık yiğitleriz, Akıl, rüşd bize yâr olmaz. Mey-i aşk ile sermestiz, Bizler asla sarhoş olmaz. Diriyiz dâim ölmeyiz, Karanlıkta hiç kalmayız, Çürüyüp toprak olmayız, Bize gece gündüz olmaz. Bizim illerde ay ve gün, Sebat üzre durur dâim. Televvün irişür âna, Gehî bedr-ü-hilâl olmaz. Bizim bahçedeki güller, Dururlar taze, solmazlar, Hazân olup dökülmezler, Kış mevsimi bahar olmaz. Şerbeti aşk için içtik, Feragat mülküne göçtük, Yanıp aşkınla tutuştuk, Bize tahrûk-ü-târ olmaz. İrelden Şems’in nûruna, Vücûdun zerreden katre Ne katre, ayn-ı bahr oldu. Ona çukur kenar olmaz. Bırak ey Hâmidâ vârı Görem dersen sen ol yân, Görecek ol tecellâyı, Ondan üstün kemâl olmaz. * * * Senden dolu iki cihan, Oldum Zuhurunda nihân. Ger bulmayam seni ayan, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Şol gün ki mîzân kurula, Hak huzûrunda durula, Hizmetçi nâra sürüle, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Ağlarım işte zar ile, Eyvah kaldım eller ile, Tanışmadım sen yâr ile, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Hâmidî’nin gözü yaşı, Doldurur dağ ile taşı, Bilmem nidem garîb başı, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Hâmid-i Aksarâyî hazretleri hakkında yazılan ba’zı kasideler de şöyledir: Geldi Hâmid çü verdi Rûm’a ziya Ölü kalbi diriltip etti ihya. Hacı Bayram’a ândan oldu nazar, Her kim âna erişti buldu rehâ. Sa’îd-i nûr cezbesiyle sunup, Câm-ı aşkı içirdi verdi safa. Pertev-i nûr cezbesiyle ol er, Ölü kalbi diriltip etti ihya. Bursa’dadır şimdi iki gözlü fırının, Bismillah diyerek hamuru yoğurun, Elin değdikçe bereketlenir hamurun, Piştikçe lezzetlenir o güzel somunun. Küfelere koyarak yüklenirsin sırtına, Ulu Câmi önünden inersin sahaflara Somunlar, mü’minler! dersin Bursa halkına, Âhıreti düşünüp yersin helâl lokma. Fâtiha’yı yedi tefsîr edip açarsın, Ulu Câmi içinde hikmetler saçarsın, Hacı Bayram-ı Velî’nin de hocasısın, Ârif-i billahsın, kutubsun, evliyâsın. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 74 2) Tâc-üt-Tevârih cild-2, sh. 425 3) Nefehât-ül-üns sh. 683 4) Aşıkpaşazâde Târihi sh. 201 5) Semerât-ül-fuâd sh. 7 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1008 7) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 54 8) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 72
Hamid-i Aksarayi (Somuncu Baba) Hazretleri 1. Bolum
Jul 4 2023
Hamid-i Aksarayi (Somuncu Baba) Hazretleri 1. Bolum
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lakabıyla tanındı. 750 (m. 1349) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefât etti. İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, ma’nevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, ba’zı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü. Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu. Hâmideddîn hazretleri, ma’nevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi. Hâmideddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti. Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular. Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cum’a günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Ba’zı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü. Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat ba’zı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır. Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden. Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Duâ çınarı” denildi. Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl ta’yin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?” buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; “Bu tarla sizindir efendim” dedi. O da, ekinlere bakarak; “Biz âhıret için çalışıyorduk. Acaba hangi günahımızdan dolayı dünyâmız ma’mûr olmaya başladı?” deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi. Yine birgün, yaşlı bir kadın huzûruna gelip; “Efendim! Benim bir ineğim vardı. Sabahleyin sığırtmaca ineği teslim ettim, fakat akşam ineğim dönmedi. Çok aradım, ineği bulamadım. Ne olur derdime çâre olunuz” diye yalvardı. Kadının bu üzüntüsüne dayanamayan Hâmid-i Velî; “Sen burada bekle. Biz etrâfı bir araştıralım, bulursak getiririz” buyurdu. Dışarı çıkıp, sağa sola araştırma yapmadan, hep bir istikâmette gitti. Kadın da onu gizliden ta’kibe başladı. Hâmid-i Velî, bugünkü türbesinin bulunduğu yere geldi. Orada ineğin otlamakta olduğunu görerek; “Ey mübârek hayvan! Niçin diğer hayvanlardan geri kaldın da bizi buraya kadar yordun?” deyince, inek lisâna gelip; “Bugün yavruma süt verecek kadar karnımı doyuramamıştım. Onun için burada otluyordum” dedi. Bu konuşmaları işiten kadın, Hâmid-i Aksarâyî’nin derecesinin üstünlüğünü anladı. Onu ençok sevenler arasında oldu. Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 815 (m. 1412) senesinde, birgün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rek’at namaz kıldıktan sonra, uzun uzun duâ etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâze namazını Hacı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1400 (m. 1980) senesinden i’tibâren, Aksaraylı Şahin Başer Bey’in gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba’nın çilehânesini ve türbesini ziyâret edenler, rûhâniyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuştuklarını, dünyâyı unuttuklarını söylemişlerdir. Onu vesile ederek Allahü teâlâya yapılan duâların kabûl olduğunu da bildirmişlerdir. Hâmid-i Aksarâyî hazretlerini çok sevenlerden biri şöyle anlattı: “Aksaray’da me’mûr olarak vazîfe yapıyordum. Bir üst makama terfim ihtilaflı idi. Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerine gittim. Türbesini ziyâret ederek, ona durumumu anlattım. Çilehânesinde iki rek’at namaz kıldıktan sonra eve geldim. Gece rü’yâmda Hâmid-i Velî’yi gördüm. Bana buyurdu ki: “Evlâdım, hiç üzülme, üst makama geçeceksin. Biz evliyâ kullar, senin o makama geçtikten sonra, istifâ edip, serbest olarak İslâmiyete hizmet etmeni, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara bildirmeni arzu ediyoruz” buyurdu. Hakîkaten, kısa bir zaman sonra bir üst makama geçme emri geldi ve istifâmı vererek İslâmiyete hizmet etmeye çalıştım.” Hâmid-i Aksarâyî hazretlerinin okuduğu kasideler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan ba’zıları şöyledir: Biz ol âşık yiğitleriz, Akıl, rüşd bize yâr olmaz. Mey-i aşk ile sermestiz, Bizler asla sarhoş olmaz. Diriyiz dâim ölmeyiz, Karanlıkta hiç kalmayız, Çürüyüp toprak olmayız, Bize gece gündüz olmaz. Bizim illerde ay ve gün, Sebat üzre durur dâim. Televvün irişür âna, Gehî bedr-ü-hilâl olmaz. Bizim bahçedeki güller, Dururlar taze, solmazlar, Hazân olup dökülmezler, Kış mevsimi bahar olmaz. Şerbeti aşk için içtik, Feragat mülküne göçtük, Yanıp aşkınla tutuştuk, Bize tahrûk-ü-târ olmaz. İrelden Şems’in nûruna, Vücûdun zerreden katre Ne katre, ayn-ı bahr oldu. Ona çukur kenar olmaz. Bırak ey Hâmidâ vârı Görem dersen sen ol yân, Görecek ol tecellâyı, Ondan üstün kemâl olmaz. * * * Senden dolu iki cihan, Oldum Zuhurunda nihân. Ger bulmayam seni ayan, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Şol gün ki mîzân kurula, Hak huzûrunda durula, Hizmetçi nâra sürüle, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Ağlarım işte zar ile, Eyvah kaldım eller ile, Tanışmadım sen yâr ile, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Hâmidî’nin gözü yaşı, Doldurur dağ ile taşı, Bilmem nidem garîb başı, Yâ Rab n’ola hâlim benim? Hâmid-i Aksarâyî hazretleri hakkında yazılan ba’zı kasideler de şöyledir: Geldi Hâmid çü verdi Rûm’a ziya Ölü kalbi diriltip etti ihya. Hacı Bayram’a ândan oldu nazar, Her kim âna erişti buldu rehâ. Sa’îd-i nûr cezbesiyle sunup, Câm-ı aşkı içirdi verdi safa. Pertev-i nûr cezbesiyle ol er, Ölü kalbi diriltip etti ihya. Bursa’dadır şimdi iki gözlü fırının, Bismillah diyerek hamuru yoğurun, Elin değdikçe bereketlenir hamurun, Piştikçe lezzetlenir o güzel somunun. Küfelere koyarak yüklenirsin sırtına, Ulu Câmi önünden inersin sahaflara Somunlar, mü’minler! dersin Bursa halkına, Âhıreti düşünüp yersin helâl lokma. Fâtiha’yı yedi tefsîr edip açarsın, Ulu Câmi içinde hikmetler saçarsın, Hacı Bayram-ı Velî’nin de hocasısın, Ârif-i billahsın, kutubsun, evliyâsın. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 74 2) Tâc-üt-Tevârih cild-2, sh. 425 3) Nefehât-ül-üns sh. 683 4) Aşıkpaşazâde Târihi sh. 201 5) Semerât-ül-fuâd sh. 7 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1008 7) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 54 8) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 72
Halid bin Velid Hazretleri 2. Bolum
Jul 4 2023
Halid bin Velid Hazretleri 2. Bolum
Peygamber efendimizden “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) ünvanını alan kahraman. Eshâb-ı kiramın ve İslâm kumandanlarının büyüklerindendir. İsmi Hâlid, künyesi Ebü’l-Velîd ve Ebû Süleymândır. Nesebi Hâlid bin Velîd bin Mugîre bin Abdullah bin Amr bin Mahzûn’dur. Ebû Cehil bin Hişâm ile ve Velîd bin Abd-i Şems ile kardeş çocuklarıdır. Velîd bin Velîd’in kardeşidir. Annesi Lübâbe, Ümmül-mü’minîn Hazreti Meymûne’nin kardeşidir. Hazreti Hâlid bin Velîd’in soyu, Mürre bin Kâ’b’da Peygamber efendimizin soyu ile birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerinden ve kumandanlarındandır. Bütün Arab kabileleri tarafından tanınır ve sevilirdi. 8 (m. 630) senesinde müslüman oldu. 21 (m. 642)’de Humus’ta vefât etti. Bedir ve Uhud savaşlarında henüz müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında bulundu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd, Bedir’de esîr edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp Mekke’ye dönünce imâna geldi ve tekrar Medine’ye döndü. Oradan, Hazreti Hâlid bin Velîd’in müslüman olması için teşvik edici mektûblar gönderdi. Peygamber efendimiz Umre yapmak için Mekke’ye gidince, Hazreti Hâlid bin Velîd saklandı. Hazreti Peygamberimize görünmedi. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd de, Peygamber efendimizin yanında bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz Ona “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini, sever, üstün tutardık.” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin bu sözlerini haber alınca İslama meyli arttı. Hazreti Peygamberimizin yanına gitmek için toparlandı. Bunu kendisi şöyle anlatıyor: “Allahü teâlâ bana ihsân etti. Kalbime İslâm’ın sevgisini yerleştirdi. Hayrı ve Şerri ayıracak hale getirdi. Kendi kendime, “Ben Muhammed’e ( aleyhisselâm ) karşı her savaş yerinde bulundum. Ama bulunduğum her savaş yerinden ayrılırken, bozuk ve yanlış bir hâl üzere olduğumu ve Muhammed’in ( aleyhisselâm ) bir gün mutlaka bize galip geleceğini biliyordum. Bunu sezmiş olarak oradan ayrılıyordum. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hudeybiye’ye geldiği zaman, ben de düşman süvarilerinin başında bulunuyordum.” Usfan’da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bizden emîn bir şekilde, Eshâbına öğle namazı kıldırıyordu. Üzerlerine ânî baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı oldu. Muhammed ( aleyhisselâm ) kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli olarak kıldılar. Bu durum bana çok tesir etti. “Bu zât her hâlde, Allah tarafından korunuyor ölmedi” dedim. Birbirimizden ayrıldık. Ben çeşitli düşünceler içinde bulunuyorken Muhammed ( aleyhisselâm ) Umre etmek için Mekke’ye gelince ondan gizlendim. Kardeşim Velîd de Onunla beraber gelip beni bulamayınca, şöyle bir mektûb yazıp bırakmıştı. “Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü sena ve Resûlullaha salât ü selâmdan sonra derim ki, hakîkaten ben, senin İslâmiyyetten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak görüş bilmiyorum. Halbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlıyabilecek haldesin, niye aklını kullanmıyorsun? İslâmiyet gibi bir dîni tanıyamamak, anlıyamamak ne kadar tuhaf. Hazreti Peygamberimiz, bana seni sordu. Senin, İslâmiyyeti tanıman, gayret ve kahramanlığını Müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanman, Peygamber efendimizin arzusudur. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; ama, daha fazla gecikme!” Kardeşimin mektûbu bana ulaşınca, müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyamda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medineye varınca bu rüyamı Hazreti Ebû Bekir’e anlatıp, tabirini ondan sormaya karar verdim. Ben Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) gitmek için toparlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra İkrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde davetimi red edince evime gittim. Hayvanıma binip Osman bin Talha’nın yanına gittim. Ona da aynı şekilde, müslüman olmak üzere, Hazreti Peygamberimize gideceğimizi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabûl etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda Amr bin Âs ile karşılaştık. O da müslüman olmak için Medine’ye gidiyordu. Hep beraber Medine’ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip Resûlullah efendimizle görüşmeğe hazırlandım. O sırada kardeşim Velîd geldi ve “Acele et. Çünkü Peygamberimize ( aleyhisselâm ) sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor” dedi. Ben de acele ile O yüce Peygamberin huzûruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verdim, “Allah’dan başka ilâh olmadığına ve senin de Allah’ın Peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum” dedim. “Sana hidâyet eden, doğru yolu gösteren Allah’a hamd olsun.” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allahü teâlâ’ya duâ etmesini istedim. Benim için duâ etti ve “İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları kesip atar.” buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular. Peygamber efendimiz bana kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvari birliklerinin başına kumandan tayin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyayı Hazreti Ebû Bekir’e anlattım. O da “Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlâ’nın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in müslüman olması hicretin sekizinci yılında oldu. Müslüman olduktan sonra Medine’de yerleşti. Hazreti Hâlid bin Velîd, müslüman olduktan sonra ilk olarak Mûte gazâsında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken Peygamber efendimiz “Cihada çıkacak olan şu insanlara Hazreti Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettim. Eğer o şehîd olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâhâ geçsin. Eğer o da şehîd olursa, aranızda münâsib gördüğünüz birini seçip ona tâbi olursunuz.” buyurdu. Mû’te harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hazreti Zeyd bin Harise, Hazreti Cafer ve Hazreti Abdullah bin Revâhâ şehîd oldular. Sancak Hazreti Sabit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca “Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz.” dedi. “Biz seni kumandan seçtik” dediler. “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hazreti Hâlid bin Velîde dönerek, “Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al. Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor” dedi. Böylece Hazreti Hâlid bin Velîd sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu maharetine kâfirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı. Hazreti Hâlid bin Velîd, şaşılacak derecede askerî dehâya ve muharebe tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin, düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı. Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifâde edip, hücuma geçtiler. Üçbin kişilik İslâm askeri Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı. Başkumandan Hazreti Hâlid bin Velîd’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in bu, fevkalâde başarısını haber aldığı zaman onu “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) lakabı ile şereflendirdi. Hazreti Hâlid bin Velîd, bundan sonra Mekke’nin fethinde bulundu. Ordunun sağ kanadının kumandanı idi. Hissedilir bir mukavemetle karşılaşmadan, ilk önce Hâlid bin Velîd’in ( radıyallahü anh ) kumandanı olduğu birlik, daha sonra Hazreti Zübeyr bin Avvâm, Muhacir süvarilerle Mekke’ye girdi. Nihâyet, Peygamber efendimiz, hicretin sekizinci yılı Ramazan-ı şerîf ayı, on üçüncü Cuma günü Mekke’nin fethini ihsân ettiği için Allahü teâlâ’ya şükranından ve tevâzu’undan dolayı mübârek başını eğmiş bulunuyordu. Yüksek sesle Fetih sûresini okuyarak Mekke-i Mükerreme’ye girdiler. Mekke’nin fethinden bir hafta sonra Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) etrâfa askerî birlikler gönderip, İslama uymayan her şeyi değiştirmelerini, düzeltmelerini emretti. Hazreti Hâlid bin Velîd, otuz süvari ile birlikte Uzzâ putunu yok etmek için gönderildi. Uzzâ, Nahle’de üç sakız ağacı veya büyük dikenli ağaç idi. Bunun yanında Gatafan kabilesinin tapdıkları bir put vardı. Bu put, müşriklerce en büyük put sayılırdı. Hazreti Hâlid bin Velîd gitti ve bu putu yok etti. Uzzâ ağacını da kesip, oranın kapıcısı olan Dâbbe’yi öldürdükten sonra geri döndü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) memnun oldular. Bundan sonra, Hazreti Hâlid bin Velîd, üçyüzelli kişi ile beraber, Benî Cezîme kabilesini İslâm’a davet için gönderildi. Mekke feth edilince; Evtas, Sakif ve Hevâzîn kabileleri birleşerek Müslümanlara karşı, binlerce kişilik bir ordu meydana getirdiler. Hazreti Hâlid bin Velîd, bu gazâda süvari birliğinin kumandanı olup en önde çarpışıyordu. Çok büyük kahramanlık gösterdi. Bir ara yaralandı. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in yaralandığını işitti. Düşmanlar bozguna uğratıldıktan sonra, Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in yerini sordu. Gösterdiler. Peygamber efendimiz geldi, yarasına baktı. Yaranın iyileşmesi için duâ buyurdu. Allahü teâlâ’nın izniyle yara iyileşti. Huneyn muharebesinde bozguna uğrayan kâfirler Taif kalesine sığınıp, kale kapılarını kapattılar. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’i bin kişilik bir kuvvetle, önden yola çıkardı. Hazreti Hâlid bin Velîd, Taif kalesini muhasara etti. Çarpışmak için er diledi. Kimse kale kapısından çıkıp çarpışmağa cesâret edemedi. Müşrikler, kaleyi çok iyi şekilde tamir edip bir yıllık yiyeceklerini depo etmişlerdi ve dışarı çıkmıyorlardı. Kale içinde bir sıkıntıları yoktu. Peygamber efendimiz, kalenin fethi için şimdilik izin verilmediğini buyurunca, İslâm askeri geri döndü. Hicretin dokuzuncu senesinde, Bizanslıların müslümanlara karşı, Şam civarında 30 000 kişilik bir ordu hazırladıkları haberi alındı. Haber kat’î olmamakla birlikte, derhal İslâm ordusu hazırlanıp gönderildi. Bu ordu Tebük Mevkiinde 20 gün kadar bekledi. Civarda yaşayan Arabların hepsi Hıristiyan olup, Rum Kayserine bağlıydılar. Herhangi bir savaş halinde, bunlardan İslâm ordusuna zarar gelmemesi için, itaat altına alınmaları gerekiyordu. Ezrah ve Eyle adındaki reîsler, itaati kabûl ettikleri halde Ekider adlı reîs kabûl etmedi. Hazreti Peygamberimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’e “Dörtyüzyirmi sahabe ile git. Ekîder’i zahmetsiz, alır gelirsiniz. İnşâallah onu dışarıda avlanırken yakalarsınız.” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd, emre uyarak, derhal hareket etti. Oraya varınca, hakîkaten Ekîder’i avlanırken yakaladılar, diri olarak Hazreti Peygamberimize teslim ettiler. Ekîder cizye vermeği kabûl ettiğinden, kendisine emân verilip serbest bırakıldı. Tebük” gazâsından sonra, kabileler, grup grup Medine’ye geldiler ve müslüman oldular. Bunun için o seneye (elçiler yılı) denildi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Hazreti Hâlid bin Velîd’i Benî Huzeyme kabilesini İslâm’a davet için gönderdi. Onlarla anlaşma yaptı. Hicretin onuncu senesinde, yine Hazreti Hâlid bin Velîd’i ( radıyallahü anh ) Haris bin Ka’boğullarına gönderdi. Peygamber efendimiz ilk üç gün kılıç kullanılmamasını tenbîh etmiş idi. Bunun için Hazreti Hâlid bin Velîd tatlılıkla işi halletti ve onlar da İslâm’ı kabûl ettiler. Hazreti Hâlid bin Velîd, Haris bin Ka’boğullarının İslâm’a gelmesi üzerine, Peygamber efendimize bir mektûb gönderdi. Bu mektûb şöyledir: “Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ’nın Resûlü, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’a Hâlid bin Velîd tarafından. Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah! Kendisinden başka ilâh olmıyan Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Yâ Resûlallah, beni Haris bin Kâ’b Kabilesine gönderdiniz. Onlarla üç gün muharebe etmememi ve İslâm’a davet etmemi, müslüman olurlarsa aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlâ’nın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer müslüman olmazlarsa muharebe etmemi emir buyurmuştunuz. Ben de, emr-i şerifleriniz üzere hareket ederek, Haris bin Ka’boğullarına üç gün nasîhat edip, İslâm’ı tebliğ ettim. Süvarilerim “Ey Benî Harisler! Selâmete ermek isterseniz, müslüman olunuz” diye onları İslâm’a davet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlâ’nın emirlerini Resûl Aleyhisselâm’ın sünnet-i şeriflerini öğrettim. Yâ Resûlallah! Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emr-i şerîfiniz gelinceye kadar burada bekliyeceğim. Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah!” Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) de, Hazreti Hâlid bin Velîd’in mektûbuna şöyle cevap yazdırdılar: “Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ’nın Resûlü Muhammed Aleyhisselâm’dan, Hâlid bin Velîd’e, Esselâmü aleyke Yâ Hâlid, Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Benî Haris bin Kâ’blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyâç kalmadan müslüman olup, Allahü teâlâ’nın birliğine ve Muhammed’in, O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidâyete kavuştuklarını haber veren mektûbunu elçiniz bana getirdi. Onları, Allahü teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse âhıret ni’metleriyle müjdele. Eğer aykırı hareket ederlerse âhıret azâblarıyla korkut. Sonra buraya gel. Onların elçileri de seninle beraber gelsin. Vesselâmü aleyke ve Rahmetullahi ve berekâtühü.” Bundan sonra, Peygamber efendimiz Hazreti Ali’yi, bir müfreze ile Yemen’e arkasından O’na yardım etmeleri için, Hazreti Hâlid bin Velîd’i de bir müfreze ile gönderdi. Hazreti Ali’ye ulaştıkları zaman, ona tâbi olmalarını tenbîh etti. Gittiler. Yemen halkı biraz karşı koydu ise de az bir çarpışmadan sonra, İslâm’ı kabûl ettiler. Hazreti Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra Hazreti Ebû Bekir devrinde, ortaya çıkan ve Peygamberlik iddiasında bulunan bazı kimseler üzerine yürüdü. Bunlardan Tuleyha ve Avânesini öldürdü, Ayniye bin Husayn’i yakalayıp Medine’ye getirdi. Yemâme’de Müseylemet-ül-Kezzab’ın ordusunu dağıttı. Bu muharebede Müseyleme’nin ordusundan 20 bin kişi, Müseyleme de Hazreti Vahşi tarafından öldürüldü, İslâm ordusundan 2000 asker şehîd oldu. Bundan sonra Hazreti Hâlid bin Velîd, mürted olanlarla ve zekat vermek istemeyenlerle uğraştı. Daha sonra, İslâm’ın yayılması için, Irak tarafına gönderildi. Muzar muharebesinde 30 000 İran askeriyle çarpıştı. Galip geldi. Çoğunu nehre döktü, İranlı kumandan Hürmüz’le müthiş çarpışmalar oldu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kumandanlarından Hazreti Ka’ka bin Amr fevkalâde kahramanlıklar gösterdi, kalın zincirlerle yapılmış istihkâmları kırdı. İran ordusuna karşı muzaffer oldular. Hazreti Hâlid bin Velîd Kesker’de İran’ın büyük bir ordusunu ani gece baskınıyla hezimete uğrattı. İran kumandanı, kederinden öldü. Elis’te de İranlılarla yapılan savaşta Hazreti Hâlid bin Velîd gösterdiği kahramanlıklarla askerini coşturdu. Bu savaşta da galip geldi. Hazreti Hâlid bin Velîd, Hire üzerine yürüdü. Kaleyi kuşattı. Görüşmek üzere bir kimse istedi. Hireliler: “Öldürmezseniz göndeririz” dediler. Hazreti Hâlid bin Velîd öldürmeyeceklerini söyleyince Abdülmesih bin Hayyam bin Bukayle ile Hîre vâlisi, Hazreti Hâlid’in huzûruna geldiler. Hazreti Hâlid onlara: “Sizi Allah’a ve İslâm’a davet ediyorum. Eğer müslüman olursanız, müslümanlara âit olan haklara sahip olursunuz ve müslümanın yapacağı vazîfeleri de yaparsınız. Bunu kabûl etmezseniz, cizye verirsiniz. Bunu da kabûl etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehîd olmaya karşı hırslı olan bir orduyla geldim” dedi. Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe gördü. Şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih şöyle cevap verdi: “Yâ Hazreti Hâlid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzularımıza uygun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzularına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayatıma son vereceğim.” Hazreti Hâlid bin Velîd, zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillahillezi lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil erdi ve lâ fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm.” diyerek sonuna kadar içti. Abdülmesih ve Hîre vâlisi, Hazreti Hâlid bin Velîd’i hemen ölecek diye boş yere beklediler. Sonra Abdülmesih ve vâli anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara: “Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum” dedi. Kavmiyle istişâre edip tekrar Hazreti Hâlid bin Velîd’in yanına gelerek: “Biz, sizinle harp edemeyiz. Fakat dîninize de giremeyiz. Size cizye vermeğe hazırız” dedi. 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar. Hazreti Hâlid bin Velîd, Hirelilerle yaptığı sulhnâmeyi bitirince İran hükümdârına ve erkanına bir mektûb yazdı. Bu mektûb aynen şöyledir: “Bismillahirrahmânirrahîm, Hâlid bin Velîd’den, Rüstem, Mihran ve Acem reîslerine. Selâm, hidâyete kavuşanlara olsun. Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Onun kulu ve Resûlü olan Hazreti Muhammed Aleyhisselâma salât ü selâm olsun. Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşüren, gücünüzü kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hakimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun. Bu mektûbu Hîrelilere, İran’a gönderilmek üzere teslim etti. Hazreti Hâlid bin Velîd buraları emniyet altına aldıktan sonra, Anbar kalesini muhasara etti. Sulh yoluyla şehri ele geçirdi. Bundan sonra, Mehran’ın, müslümanlarla savaşmak üzere Aynüttemr’de hazırlık yaptığını haber aldı. Üzerine giderek bu kaleyi de fethetti. Bu sırada, Dûmet-ül-Cendel’de, Ekîder ve etrâfındaki kabile reîsleri ayaklandılar. Bunlar için Iyâd bin Ganem ( radıyallahü anh ) gönderilmişti. Bu, Hazreti Hâlid bin Velîd’den yardım istedi. Hazreti Hâlid gelip, Dûmet-ül-Cendel’i iki taraftan kuşattılar. Hazreti Halîd, Dûmet-ül-Cendel’in reîslerinden Gûdî’yi öldürdü. Az zaman sonra kale müslümanların eline geçti. Hazreti Hâlid bin Velîd, bundan sonra Hîre’ye geri döndü. Bu sırada, İranlılar El-Cezîre’yi (Irak) geri almak için hazırlanmışlardı. Hazreti Hâlid, ani bir gece baskını ile İran ordusunu dağıttı. Hazreti Hâlid’in üstün gayretleri neticesi bu mıntıkaya hakim olundu. Hazreti Hâlid, yavaş yavaş Fırat tarafına ilerledi. Burası, asker sevkiyatı için çok mühim bir mevki idi. Fırat nehri kenarında, gayri müslim Arablar, Rumlar ve İranlıların müşterek ordusu ile çetin bir muharebe oldu. Bu büyük zaferin elde edilmesi ile Irak’ın her tarafı müslümanların hakimiyetine girmiş oldu. Bundan sonra, Halife Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Hâlid bin Velîd’e Şam tarafına hareket etmesini emretti. Derhal yola çıktı. Bir çok yerleri ele geçirerek Busra’ya ulaştı. Busra’da İslâm ordusu hücum etti. Müslüman ordusu karşısında aman dilediklerinden onlarla cizye ve haraç vermek şartıyla sulh yapıldı. Böylece Busra’lılar can ve mallarını teminat altına aldılar. Bu İslâm ordusu Ecnadeyn de yapılan savaşta da galip geldikten sonra, Şam civarına geldiler. Şehir üç taraftan muhasara edildi. Üç ay süren muhasarada netice alınamadı. Şehirde, bir gün, patriklerden birinin bir oğlu dünyâya geldi. Halk her şeyi unutup, bayram yapmaya başladılar. Hazreti Hâlid bin Velîd geceleri uyumayıp vaziyeti araştırırdı. Askerî dehâsı ve halkın bu zaafından istifâde edip, ordusuna hücum emri verdi ve ordu şehre girdi. Fahl mevkiinde Rumlarla yapılan savaşta, Rum orduları perişan edilerek, zafer kazanıldı. Şam’da yapılan ikinci karşılaşmada, Rumların bütün orduları yok edilinceye kadar savaş devam etti. Ard arda yenilen Rumlar, Anadolu’da papazlar vasıtasıyla köy köy dolaşarak asker topladılar. Büyük bir haçlı seferi düzenlediler. 240 bin Rum askeri Yermük’te toplandı. Buna karşılık, 46 bin kişilik müslüman ordusu vardı. Başkumandan Hazreti Hâlid bin Velîd, ordusunu biner kişilik bölüklere ayırdı. Her bölüğe kumandanlar tayin etti. Askerin maneviyatını kuvvetlendiren nutuklar irad ettikten sonra, düşmana hücum emri verdi. Bu savaş târihde eşine ender rastlanan kahramanlıklara sahne oldu. Rum kumandanlarından Yorgi, Hazreti Hâlid bin Velîd’e gelip müslüman oldu. O da kâfirlere karşı çarpışmaya başladı ve şehîd oldu. Harbin şiddetinden öğle ve ikindi namazlarını imâ ile kıldılar. Bu harbte İslâm kadınları bile fevkalade cenk ettiler. Allah’ın kılıcı Hazreti Hâlid, bütün gücü ile Haçlı ordusunun merkezine yüklendi. Merkezdeki kuvvetlerini dağıtınca Rum ordusu kaçmaya başladı. Bu savaşta kan gövdeyi götürdü. 100 binden ziyade Haçlı öldürüldü. Buna karşılık 3000 müslüman şehîd oldu. Bu savaşta da zafer, İslâmın oldu. İran, Irak, Şam, Suriye, Filistin Hazreti Hâlid bin Velîd’in kumandanlığı ve fevkalâde güzel idâresi ile feth edildi. Her gittiği yerde İslâmiyeti tanıttı. Hazreti Ebû Bekir, tarafından, Suriye bölgesi vâliliğine tayin olundu. Hazreti Ömer devrinde Medine’ye çağrıldı. Bütün hesaplarını muntazam olarak verdiği için, Halife Hazreti Ömer’den çok ihsân ve ikram gördü. Kısa bir süre sonra Harran taraflarına vâli tayin edildi. Bu vazîfede bir sene kaldı. Hazreti Hâlid bin Velîd, 21 (m. 642) yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra: “Nice kılıçlar elimde parçalandı, işte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Hâlid’in yatakta ölmesidir. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) hiçbir Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Din-i İslâmı yayarken garîb olarak şehîd oldu. Ah... Hâlid!... Şehîd olamıyan Hâlid! Harb, benim etimi çiğneyemedi. Şehîdlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın, ömrü, Din-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü, harb meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim.” dedi. Sonra Yermük savaşını hatırlayarak: “Ah... Yermük günü... İnsan kanlarının vadide sel gibi aktığı Yermük!... Şiddetli bir kırağının olduğu gece, gökten boşanan yağmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhacirlerden kurulu akıncı birliğimle baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah.. Yermük harbi... Üçbin yiğitle, yüzbin küffara karşı zafer kazandığımız Mûte’yi bile unutturdun!... Ey yakınlarım! Cihada sarılın. Bu topraklar ancak Cihad etmekle korunabilir. Yermük, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muharebedir. Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini takip edecektir. Sakın gaflete düşmeyin!... Şimdi, kendimi at kişnemeleri arasında, Allah Allah nidalarıyla insanlara dar gelen Yermük Vâdisi’nde hissediyorum. Vallahi Rabbimden beni her gazâda diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeyi isterim...” dedi. Sonra “Vasıyyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın...” deyince ayağa kaldırdılar. “Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı, “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım, öldüğüm zaman atımı muharebede tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı, bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır,” dedi ve yatağına düşüp kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Bütün Eshâb-ı kiram gibi, Hazreti Hâlid bin Velîd de, ömrünü İslâmiyyetin yayılması için harcamıştır. Peygamber efendimize olan hürmeti, muhabbeti ve bağlılığı son derece idi. Peygamber efendimiz, Veda Haccı’nda mübârek saçlarını tıraş ettiriyordu. Bütün Ehsâb-ı kiram etrâfında toplanmış saçları yere düşürmemek için havada yakalıyorlardı. Mübârek alınlarındaki saçlarına sıra gelince Hazreti Hâlid bin Velîd “Anam, babam, canım sana feda olsun Yâ Resûlallah, ne olur, mübârek alnınızdaki saçları bana verir misiniz” diyerek o kadar yalvardı ki, Hazreti Peygamberimiz onu kıramadı. Tebessüm buyurdular. Mübârek saçları alan Hazreti Hâlid, öptü kokladı, yüzüne gözüne sürdü ve sarığının içine yerleştirdi. Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp içindeki mübârek saçlar sayesinde olduğunu söylerdi. Yanında, Peygamber efendimizin ism-i şerîfinin, salât ü selâm ilâve edilmeden yalnız olarak söylenmesine müsaade etmezdi. Resûlullah’tan ( aleyhisselâm ) kendisine bir şey gelirse bundan, büyük şeref ve se’âdet duyar, iftihar ederdi. Bütün Eshâb-ı kiram gibi, o da, sevgili Peygamberimizin rızasını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için çırpınırdı. Bunun için her şeylerini feda eder, hiçbir şeyden çekinmezdi. Cesâret ve şecaatini ve askerlikteki tecrübelerini İslâmiyetin her tarafa yayılması için harcamış ve bunun için Peygamber efendimiz tarafından meth edilmişti. Bir gün, Peygamber efendimiz kendisi için “Allahın iyi kullarından biridir” diye söylemişlerdir. Hazreti Hâlid hitâbet ve fesâhatta da çok mahir idi. Hazreti Hâlid bin Velîd’in çocukları hakkında, teferruatlı malûmat olmamakla beraber, Muhacir ve Abdurrahmân isimli iki oğlundan bahsedilmektedir ki, bunlar da kendisi gibi şecaat ve cesâret sahibi idiler. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) El-A’lâm cild-2, sh. 300 2) El-İsâbe cild-1, sh. 413 3) El-İsâbe cild-1, sh. 413 4) Târîh-ul-hamîs cild-2, sh. 247, 144 5) Üsûd-ül-gâbe cild-2, sh. 109 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh. 262, cild-7, sh. 394 7) Târîh-i Taberî cild-3, sh. 103, 156 8) Mevâhib-i ledünniye cild-1, sh. 197 9) Ensâb-ul-eşrâf cild-1, sh. 356 10) İbn-i Hişâm cild-4, sh. 239 11) El-Kâmil fi’t-târîh cild-2, sh. 303 12) İnsan-ül-uyûn cild-2, sh. 788 13) Sahîh-i Buhârî cild-5, sh. 87 14) İbn-i Haldûn târîhi cild-2, sh. 41 15) Zerkânî Mevahib Şerhi cild-2, sh. 273
Halid bin Velid Hazretleri 1. Bolum
Jul 4 2023
Halid bin Velid Hazretleri 1. Bolum
Peygamber efendimizden “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) ünvanını alan kahraman. Eshâb-ı kiramın ve İslâm kumandanlarının büyüklerindendir. İsmi Hâlid, künyesi Ebü’l-Velîd ve Ebû Süleymândır. Nesebi Hâlid bin Velîd bin Mugîre bin Abdullah bin Amr bin Mahzûn’dur. Ebû Cehil bin Hişâm ile ve Velîd bin Abd-i Şems ile kardeş çocuklarıdır. Velîd bin Velîd’in kardeşidir. Annesi Lübâbe, Ümmül-mü’minîn Hazreti Meymûne’nin kardeşidir. Hazreti Hâlid bin Velîd’in soyu, Mürre bin Kâ’b’da Peygamber efendimizin soyu ile birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerinden ve kumandanlarındandır. Bütün Arab kabileleri tarafından tanınır ve sevilirdi. 8 (m. 630) senesinde müslüman oldu. 21 (m. 642)’de Humus’ta vefât etti. Bedir ve Uhud savaşlarında henüz müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında bulundu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd, Bedir’de esîr edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp Mekke’ye dönünce imâna geldi ve tekrar Medine’ye döndü. Oradan, Hazreti Hâlid bin Velîd’in müslüman olması için teşvik edici mektûblar gönderdi. Peygamber efendimiz Umre yapmak için Mekke’ye gidince, Hazreti Hâlid bin Velîd saklandı. Hazreti Peygamberimize görünmedi. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd de, Peygamber efendimizin yanında bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz Ona “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini, sever, üstün tutardık.” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin bu sözlerini haber alınca İslama meyli arttı. Hazreti Peygamberimizin yanına gitmek için toparlandı. Bunu kendisi şöyle anlatıyor: “Allahü teâlâ bana ihsân etti. Kalbime İslâm’ın sevgisini yerleştirdi. Hayrı ve Şerri ayıracak hale getirdi. Kendi kendime, “Ben Muhammed’e ( aleyhisselâm ) karşı her savaş yerinde bulundum. Ama bulunduğum her savaş yerinden ayrılırken, bozuk ve yanlış bir hâl üzere olduğumu ve Muhammed’in ( aleyhisselâm ) bir gün mutlaka bize galip geleceğini biliyordum. Bunu sezmiş olarak oradan ayrılıyordum. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hudeybiye’ye geldiği zaman, ben de düşman süvarilerinin başında bulunuyordum.” Usfan’da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bizden emîn bir şekilde, Eshâbına öğle namazı kıldırıyordu. Üzerlerine ânî baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı oldu. Muhammed ( aleyhisselâm ) kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli olarak kıldılar. Bu durum bana çok tesir etti. “Bu zât her hâlde, Allah tarafından korunuyor ölmedi” dedim. Birbirimizden ayrıldık. Ben çeşitli düşünceler içinde bulunuyorken Muhammed ( aleyhisselâm ) Umre etmek için Mekke’ye gelince ondan gizlendim. Kardeşim Velîd de Onunla beraber gelip beni bulamayınca, şöyle bir mektûb yazıp bırakmıştı. “Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü sena ve Resûlullaha salât ü selâmdan sonra derim ki, hakîkaten ben, senin İslâmiyyetten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak görüş bilmiyorum. Halbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlıyabilecek haldesin, niye aklını kullanmıyorsun? İslâmiyet gibi bir dîni tanıyamamak, anlıyamamak ne kadar tuhaf. Hazreti Peygamberimiz, bana seni sordu. Senin, İslâmiyyeti tanıman, gayret ve kahramanlığını Müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanman, Peygamber efendimizin arzusudur. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; ama, daha fazla gecikme!” Kardeşimin mektûbu bana ulaşınca, müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyamda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medineye varınca bu rüyamı Hazreti Ebû Bekir’e anlatıp, tabirini ondan sormaya karar verdim. Ben Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) gitmek için toparlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra İkrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde davetimi red edince evime gittim. Hayvanıma binip Osman bin Talha’nın yanına gittim. Ona da aynı şekilde, müslüman olmak üzere, Hazreti Peygamberimize gideceğimizi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabûl etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda Amr bin Âs ile karşılaştık. O da müslüman olmak için Medine’ye gidiyordu. Hep beraber Medine’ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip Resûlullah efendimizle görüşmeğe hazırlandım. O sırada kardeşim Velîd geldi ve “Acele et. Çünkü Peygamberimize ( aleyhisselâm ) sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor” dedi. Ben de acele ile O yüce Peygamberin huzûruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verdim, “Allah’dan başka ilâh olmadığına ve senin de Allah’ın Peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum” dedim. “Sana hidâyet eden, doğru yolu gösteren Allah’a hamd olsun.” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allahü teâlâ’ya duâ etmesini istedim. Benim için duâ etti ve “İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları kesip atar.” buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular. Peygamber efendimiz bana kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvari birliklerinin başına kumandan tayin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyayı Hazreti Ebû Bekir’e anlattım. O da “Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlâ’nın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in müslüman olması hicretin sekizinci yılında oldu. Müslüman olduktan sonra Medine’de yerleşti. Hazreti Hâlid bin Velîd, müslüman olduktan sonra ilk olarak Mûte gazâsında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken Peygamber efendimiz “Cihada çıkacak olan şu insanlara Hazreti Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettim. Eğer o şehîd olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâhâ geçsin. Eğer o da şehîd olursa, aranızda münâsib gördüğünüz birini seçip ona tâbi olursunuz.” buyurdu. Mû’te harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hazreti Zeyd bin Harise, Hazreti Cafer ve Hazreti Abdullah bin Revâhâ şehîd oldular. Sancak Hazreti Sabit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca “Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz.” dedi. “Biz seni kumandan seçtik” dediler. “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hazreti Hâlid bin Velîde dönerek, “Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al. Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor” dedi. Böylece Hazreti Hâlid bin Velîd sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu maharetine kâfirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı. Hazreti Hâlid bin Velîd, şaşılacak derecede askerî dehâya ve muharebe tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin, düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı. Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifâde edip, hücuma geçtiler. Üçbin kişilik İslâm askeri Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı. Başkumandan Hazreti Hâlid bin Velîd’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in bu, fevkalâde başarısını haber aldığı zaman onu “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) lakabı ile şereflendirdi. Hazreti Hâlid bin Velîd, bundan sonra Mekke’nin fethinde bulundu. Ordunun sağ kanadının kumandanı idi. Hissedilir bir mukavemetle karşılaşmadan, ilk önce Hâlid bin Velîd’in ( radıyallahü anh ) kumandanı olduğu birlik, daha sonra Hazreti Zübeyr bin Avvâm, Muhacir süvarilerle Mekke’ye girdi. Nihâyet, Peygamber efendimiz, hicretin sekizinci yılı Ramazan-ı şerîf ayı, on üçüncü Cuma günü Mekke’nin fethini ihsân ettiği için Allahü teâlâ’ya şükranından ve tevâzu’undan dolayı mübârek başını eğmiş bulunuyordu. Yüksek sesle Fetih sûresini okuyarak Mekke-i Mükerreme’ye girdiler. Mekke’nin fethinden bir hafta sonra Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) etrâfa askerî birlikler gönderip, İslama uymayan her şeyi değiştirmelerini, düzeltmelerini emretti. Hazreti Hâlid bin Velîd, otuz süvari ile birlikte Uzzâ putunu yok etmek için gönderildi. Uzzâ, Nahle’de üç sakız ağacı veya büyük dikenli ağaç idi. Bunun yanında Gatafan kabilesinin tapdıkları bir put vardı. Bu put, müşriklerce en büyük put sayılırdı. Hazreti Hâlid bin Velîd gitti ve bu putu yok etti. Uzzâ ağacını da kesip, oranın kapıcısı olan Dâbbe’yi öldürdükten sonra geri döndü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) memnun oldular. Bundan sonra, Hazreti Hâlid bin Velîd, üçyüzelli kişi ile beraber, Benî Cezîme kabilesini İslâm’a davet için gönderildi. Mekke feth edilince; Evtas, Sakif ve Hevâzîn kabileleri birleşerek Müslümanlara karşı, binlerce kişilik bir ordu meydana getirdiler. Hazreti Hâlid bin Velîd, bu gazâda süvari birliğinin kumandanı olup en önde çarpışıyordu. Çok büyük kahramanlık gösterdi. Bir ara yaralandı. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in yaralandığını işitti. Düşmanlar bozguna uğratıldıktan sonra, Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’in yerini sordu. Gösterdiler. Peygamber efendimiz geldi, yarasına baktı. Yaranın iyileşmesi için duâ buyurdu. Allahü teâlâ’nın izniyle yara iyileşti. Huneyn muharebesinde bozguna uğrayan kâfirler Taif kalesine sığınıp, kale kapılarını kapattılar. Peygamber efendimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’i bin kişilik bir kuvvetle, önden yola çıkardı. Hazreti Hâlid bin Velîd, Taif kalesini muhasara etti. Çarpışmak için er diledi. Kimse kale kapısından çıkıp çarpışmağa cesâret edemedi. Müşrikler, kaleyi çok iyi şekilde tamir edip bir yıllık yiyeceklerini depo etmişlerdi ve dışarı çıkmıyorlardı. Kale içinde bir sıkıntıları yoktu. Peygamber efendimiz, kalenin fethi için şimdilik izin verilmediğini buyurunca, İslâm askeri geri döndü. Hicretin dokuzuncu senesinde, Bizanslıların müslümanlara karşı, Şam civarında 30 000 kişilik bir ordu hazırladıkları haberi alındı. Haber kat’î olmamakla birlikte, derhal İslâm ordusu hazırlanıp gönderildi. Bu ordu Tebük Mevkiinde 20 gün kadar bekledi. Civarda yaşayan Arabların hepsi Hıristiyan olup, Rum Kayserine bağlıydılar. Herhangi bir savaş halinde, bunlardan İslâm ordusuna zarar gelmemesi için, itaat altına alınmaları gerekiyordu. Ezrah ve Eyle adındaki reîsler, itaati kabûl ettikleri halde Ekider adlı reîs kabûl etmedi. Hazreti Peygamberimiz, Hazreti Hâlid bin Velîd’e “Dörtyüzyirmi sahabe ile git. Ekîder’i zahmetsiz, alır gelirsiniz. İnşâallah onu dışarıda avlanırken yakalarsınız.” buyurdu. Hazreti Hâlid bin Velîd, emre uyarak, derhal hareket etti. Oraya varınca, hakîkaten Ekîder’i avlanırken yakaladılar, diri olarak Hazreti Peygamberimize teslim ettiler. Ekîder cizye vermeği kabûl ettiğinden, kendisine emân verilip serbest bırakıldı. Tebük” gazâsından sonra, kabileler, grup grup Medine’ye geldiler ve müslüman oldular. Bunun için o seneye (elçiler yılı) denildi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Hazreti Hâlid bin Velîd’i Benî Huzeyme kabilesini İslâm’a davet için gönderdi. Onlarla anlaşma yaptı. Hicretin onuncu senesinde, yine Hazreti Hâlid bin Velîd’i ( radıyallahü anh ) Haris bin Ka’boğullarına gönderdi. Peygamber efendimiz ilk üç gün kılıç kullanılmamasını tenbîh etmiş idi. Bunun için Hazreti Hâlid bin Velîd tatlılıkla işi halletti ve onlar da İslâm’ı kabûl ettiler. Hazreti Hâlid bin Velîd, Haris bin Ka’boğullarının İslâm’a gelmesi üzerine, Peygamber efendimize bir mektûb gönderdi. Bu mektûb şöyledir: “Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ’nın Resûlü, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’a Hâlid bin Velîd tarafından. Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah! Kendisinden başka ilâh olmıyan Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Yâ Resûlallah, beni Haris bin Kâ’b Kabilesine gönderdiniz. Onlarla üç gün muharebe etmememi ve İslâm’a davet etmemi, müslüman olurlarsa aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlâ’nın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer müslüman olmazlarsa muharebe etmemi emir buyurmuştunuz. Ben de, emr-i şerifleriniz üzere hareket ederek, Haris bin Ka’boğullarına üç gün nasîhat edip, İslâm’ı tebliğ ettim. Süvarilerim “Ey Benî Harisler! Selâmete ermek isterseniz, müslüman olunuz” diye onları İslâm’a davet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlâ’nın emirlerini Resûl Aleyhisselâm’ın sünnet-i şeriflerini öğrettim. Yâ Resûlallah! Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emr-i şerîfiniz gelinceye kadar burada bekliyeceğim. Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah!” Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) de, Hazreti Hâlid bin Velîd’in mektûbuna şöyle cevap yazdırdılar: “Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ’nın Resûlü Muhammed Aleyhisselâm’dan, Hâlid bin Velîd’e, Esselâmü aleyke Yâ Hâlid, Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Benî Haris bin Kâ’blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyâç kalmadan müslüman olup, Allahü teâlâ’nın birliğine ve Muhammed’in, O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidâyete kavuştuklarını haber veren mektûbunu elçiniz bana getirdi. Onları, Allahü teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse âhıret ni’metleriyle müjdele. Eğer aykırı hareket ederlerse âhıret azâblarıyla korkut. Sonra buraya gel. Onların elçileri de seninle beraber gelsin. Vesselâmü aleyke ve Rahmetullahi ve berekâtühü.” Bundan sonra, Peygamber efendimiz Hazreti Ali’yi, bir müfreze ile Yemen’e arkasından O’na yardım etmeleri için, Hazreti Hâlid bin Velîd’i de bir müfreze ile gönderdi. Hazreti Ali’ye ulaştıkları zaman, ona tâbi olmalarını tenbîh etti. Gittiler. Yemen halkı biraz karşı koydu ise de az bir çarpışmadan sonra, İslâm’ı kabûl ettiler. Hazreti Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra Hazreti Ebû Bekir devrinde, ortaya çıkan ve Peygamberlik iddiasında bulunan bazı kimseler üzerine yürüdü. Bunlardan Tuleyha ve Avânesini öldürdü, Ayniye bin Husayn’i yakalayıp Medine’ye getirdi. Yemâme’de Müseylemet-ül-Kezzab’ın ordusunu dağıttı. Bu muharebede Müseyleme’nin ordusundan 20 bin kişi, Müseyleme de Hazreti Vahşi tarafından öldürüldü, İslâm ordusundan 2000 asker şehîd oldu. Bundan sonra Hazreti Hâlid bin Velîd, mürted olanlarla ve zekat vermek istemeyenlerle uğraştı. Daha sonra, İslâm’ın yayılması için, Irak tarafına gönderildi. Muzar muharebesinde 30 000 İran askeriyle çarpıştı. Galip geldi. Çoğunu nehre döktü, İranlı kumandan Hürmüz’le müthiş çarpışmalar oldu. Hazreti Hâlid bin Velîd’in kumandanlarından Hazreti Ka’ka bin Amr fevkalâde kahramanlıklar gösterdi, kalın zincirlerle yapılmış istihkâmları kırdı. İran ordusuna karşı muzaffer oldular. Hazreti Hâlid bin Velîd Kesker’de İran’ın büyük bir ordusunu ani gece baskınıyla hezimete uğrattı. İran kumandanı, kederinden öldü. Elis’te de İranlılarla yapılan savaşta Hazreti Hâlid bin Velîd gösterdiği kahramanlıklarla askerini coşturdu. Bu savaşta da galip geldi. Hazreti Hâlid bin Velîd, Hire üzerine yürüdü. Kaleyi kuşattı. Görüşmek üzere bir kimse istedi. Hireliler: “Öldürmezseniz göndeririz” dediler. Hazreti Hâlid bin Velîd öldürmeyeceklerini söyleyince Abdülmesih bin Hayyam bin Bukayle ile Hîre vâlisi, Hazreti Hâlid’in huzûruna geldiler. Hazreti Hâlid onlara: “Sizi Allah’a ve İslâm’a davet ediyorum. Eğer müslüman olursanız, müslümanlara âit olan haklara sahip olursunuz ve müslümanın yapacağı vazîfeleri de yaparsınız. Bunu kabûl etmezseniz, cizye verirsiniz. Bunu da kabûl etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehîd olmaya karşı hırslı olan bir orduyla geldim” dedi. Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe gördü. Şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih şöyle cevap verdi: “Yâ Hazreti Hâlid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzularımıza uygun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzularına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayatıma son vereceğim.” Hazreti Hâlid bin Velîd, zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillahillezi lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil erdi ve lâ fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm.” diyerek sonuna kadar içti. Abdülmesih ve Hîre vâlisi, Hazreti Hâlid bin Velîd’i hemen ölecek diye boş yere beklediler. Sonra Abdülmesih ve vâli anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara: “Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum” dedi. Kavmiyle istişâre edip tekrar Hazreti Hâlid bin Velîd’in yanına gelerek: “Biz, sizinle harp edemeyiz. Fakat dîninize de giremeyiz. Size cizye vermeğe hazırız” dedi. 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar. Hazreti Hâlid bin Velîd, Hirelilerle yaptığı sulhnâmeyi bitirince İran hükümdârına ve erkanına bir mektûb yazdı. Bu mektûb aynen şöyledir: “Bismillahirrahmânirrahîm, Hâlid bin Velîd’den, Rüstem, Mihran ve Acem reîslerine. Selâm, hidâyete kavuşanlara olsun. Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Onun kulu ve Resûlü olan Hazreti Muhammed Aleyhisselâma salât ü selâm olsun. Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşüren, gücünüzü kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hakimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun. Bu mektûbu Hîrelilere, İran’a gönderilmek üzere teslim etti. Hazreti Hâlid bin Velîd buraları emniyet altına aldıktan sonra, Anbar kalesini muhasara etti. Sulh yoluyla şehri ele geçirdi. Bundan sonra, Mehran’ın, müslümanlarla savaşmak üzere Aynüttemr’de hazırlık yaptığını haber aldı. Üzerine giderek bu kaleyi de fethetti. Bu sırada, Dûmet-ül-Cendel’de, Ekîder ve etrâfındaki kabile reîsleri ayaklandılar. Bunlar için Iyâd bin Ganem ( radıyallahü anh ) gönderilmişti. Bu, Hazreti Hâlid bin Velîd’den yardım istedi. Hazreti Hâlid gelip, Dûmet-ül-Cendel’i iki taraftan kuşattılar. Hazreti Halîd, Dûmet-ül-Cendel’in reîslerinden Gûdî’yi öldürdü. Az zaman sonra kale müslümanların eline geçti. Hazreti Hâlid bin Velîd, bundan sonra Hîre’ye geri döndü. Bu sırada, İranlılar El-Cezîre’yi (Irak) geri almak için hazırlanmışlardı. Hazreti Hâlid, ani bir gece baskını ile İran ordusunu dağıttı. Hazreti Hâlid’in üstün gayretleri neticesi bu mıntıkaya hakim olundu. Hazreti Hâlid, yavaş yavaş Fırat tarafına ilerledi. Burası, asker sevkiyatı için çok mühim bir mevki idi. Fırat nehri kenarında, gayri müslim Arablar, Rumlar ve İranlıların müşterek ordusu ile çetin bir muharebe oldu. Bu büyük zaferin elde edilmesi ile Irak’ın her tarafı müslümanların hakimiyetine girmiş oldu. Bundan sonra, Halife Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Hâlid bin Velîd’e Şam tarafına hareket etmesini emretti. Derhal yola çıktı. Bir çok yerleri ele geçirerek Busra’ya ulaştı. Busra’da İslâm ordusu hücum etti. Müslüman ordusu karşısında aman dilediklerinden onlarla cizye ve haraç vermek şartıyla sulh yapıldı. Böylece Busra’lılar can ve mallarını teminat altına aldılar. Bu İslâm ordusu Ecnadeyn de yapılan savaşta da galip geldikten sonra, Şam civarına geldiler. Şehir üç taraftan muhasara edildi. Üç ay süren muhasarada netice alınamadı. Şehirde, bir gün, patriklerden birinin bir oğlu dünyâya geldi. Halk her şeyi unutup, bayram yapmaya başladılar. Hazreti Hâlid bin Velîd geceleri uyumayıp vaziyeti araştırırdı. Askerî dehâsı ve halkın bu zaafından istifâde edip, ordusuna hücum emri verdi ve ordu şehre girdi. Fahl mevkiinde Rumlarla yapılan savaşta, Rum orduları perişan edilerek, zafer kazanıldı. Şam’da yapılan ikinci karşılaşmada, Rumların bütün orduları yok edilinceye kadar savaş devam etti. Ard arda yenilen Rumlar, Anadolu’da papazlar vasıtasıyla köy köy dolaşarak asker topladılar. Büyük bir haçlı seferi düzenlediler. 240 bin Rum askeri Yermük’te toplandı. Buna karşılık, 46 bin kişilik müslüman ordusu vardı. Başkumandan Hazreti Hâlid bin Velîd, ordusunu biner kişilik bölüklere ayırdı. Her bölüğe kumandanlar tayin etti. Askerin maneviyatını kuvvetlendiren nutuklar irad ettikten sonra, düşmana hücum emri verdi. Bu savaş târihde eşine ender rastlanan kahramanlıklara sahne oldu. Rum kumandanlarından Yorgi, Hazreti Hâlid bin Velîd’e gelip müslüman oldu. O da kâfirlere karşı çarpışmaya başladı ve şehîd oldu. Harbin şiddetinden öğle ve ikindi namazlarını imâ ile kıldılar. Bu harbte İslâm kadınları bile fevkalade cenk ettiler. Allah’ın kılıcı Hazreti Hâlid, bütün gücü ile Haçlı ordusunun merkezine yüklendi. Merkezdeki kuvvetlerini dağıtınca Rum ordusu kaçmaya başladı. Bu savaşta kan gövdeyi götürdü. 100 binden ziyade Haçlı öldürüldü. Buna karşılık 3000 müslüman şehîd oldu. Bu savaşta da zafer, İslâmın oldu. İran, Irak, Şam, Suriye, Filistin Hazreti Hâlid bin Velîd’in kumandanlığı ve fevkalâde güzel idâresi ile feth edildi. Her gittiği yerde İslâmiyeti tanıttı. Hazreti Ebû Bekir, tarafından, Suriye bölgesi vâliliğine tayin olundu. Hazreti Ömer devrinde Medine’ye çağrıldı. Bütün hesaplarını muntazam olarak verdiği için, Halife Hazreti Ömer’den çok ihsân ve ikram gördü. Kısa bir süre sonra Harran taraflarına vâli tayin edildi. Bu vazîfede bir sene kaldı. Hazreti Hâlid bin Velîd, 21 (m. 642) yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra: “Nice kılıçlar elimde parçalandı, işte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Hâlid’in yatakta ölmesidir. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) hiçbir Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Din-i İslâmı yayarken garîb olarak şehîd oldu. Ah... Hâlid!... Şehîd olamıyan Hâlid! Harb, benim etimi çiğneyemedi. Şehîdlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın, ömrü, Din-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü, harb meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim.” dedi. Sonra Yermük savaşını hatırlayarak: “Ah... Yermük günü... İnsan kanlarının vadide sel gibi aktığı Yermük!... Şiddetli bir kırağının olduğu gece, gökten boşanan yağmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhacirlerden kurulu akıncı birliğimle baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah.. Yermük harbi... Üçbin yiğitle, yüzbin küffara karşı zafer kazandığımız Mûte’yi bile unutturdun!... Ey yakınlarım! Cihada sarılın. Bu topraklar ancak Cihad etmekle korunabilir. Yermük, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muharebedir. Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini takip edecektir. Sakın gaflete düşmeyin!... Şimdi, kendimi at kişnemeleri arasında, Allah Allah nidalarıyla insanlara dar gelen Yermük Vâdisi’nde hissediyorum. Vallahi Rabbimden beni her gazâda diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeyi isterim...” dedi. Sonra “Vasıyyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın...” deyince ayağa kaldırdılar. “Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı, “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım, öldüğüm zaman atımı muharebede tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı, bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır,” dedi ve yatağına düşüp kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Bütün Eshâb-ı kiram gibi, Hazreti Hâlid bin Velîd de, ömrünü İslâmiyyetin yayılması için harcamıştır. Peygamber efendimize olan hürmeti, muhabbeti ve bağlılığı son derece idi. Peygamber efendimiz, Veda Haccı’nda mübârek saçlarını tıraş ettiriyordu. Bütün Ehsâb-ı kiram etrâfında toplanmış saçları yere düşürmemek için havada yakalıyorlardı. Mübârek alınlarındaki saçlarına sıra gelince Hazreti Hâlid bin Velîd “Anam, babam, canım sana feda olsun Yâ Resûlallah, ne olur, mübârek alnınızdaki saçları bana verir misiniz” diyerek o kadar yalvardı ki, Hazreti Peygamberimiz onu kıramadı. Tebessüm buyurdular. Mübârek saçları alan Hazreti Hâlid, öptü kokladı, yüzüne gözüne sürdü ve sarığının içine yerleştirdi. Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp içindeki mübârek saçlar sayesinde olduğunu söylerdi. Yanında, Peygamber efendimizin ism-i şerîfinin, salât ü selâm ilâve edilmeden yalnız olarak söylenmesine müsaade etmezdi. Resûlullah’tan ( aleyhisselâm ) kendisine bir şey gelirse bundan, büyük şeref ve se’âdet duyar, iftihar ederdi. Bütün Eshâb-ı kiram gibi, o da, sevgili Peygamberimizin rızasını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için çırpınırdı. Bunun için her şeylerini feda eder, hiçbir şeyden çekinmezdi. Cesâret ve şecaatini ve askerlikteki tecrübelerini İslâmiyetin her tarafa yayılması için harcamış ve bunun için Peygamber efendimiz tarafından meth edilmişti. Bir gün, Peygamber efendimiz kendisi için “Allahın iyi kullarından biridir” diye söylemişlerdir. Hazreti Hâlid hitâbet ve fesâhatta da çok mahir idi. Hazreti Hâlid bin Velîd’in çocukları hakkında, teferruatlı malûmat olmamakla beraber, Muhacir ve Abdurrahmân isimli iki oğlundan bahsedilmektedir ki, bunlar da kendisi gibi şecaat ve cesâret sahibi idiler. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) El-A’lâm cild-2, sh. 300 2) El-İsâbe cild-1, sh. 413 3) El-İsâbe cild-1, sh. 413 4) Târîh-ul-hamîs cild-2, sh. 247, 144 5) Üsûd-ül-gâbe cild-2, sh. 109 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh. 262, cild-7, sh. 394 7) Târîh-i Taberî cild-3, sh. 103, 156 8) Mevâhib-i ledünniye cild-1, sh. 197 9) Ensâb-ul-eşrâf cild-1, sh. 356 10) İbn-i Hişâm cild-4, sh. 239 11) El-Kâmil fi’t-târîh cild-2, sh. 303 12) İnsan-ül-uyûn cild-2, sh. 788 13) Sahîh-i Buhârî cild-5, sh. 87 14) İbn-i Haldûn târîhi cild-2, sh. 41 15) Zerkânî Mevahib Şerhi cild-2, sh. 273
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri 2. Bolum
Jul 4 2023
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri 2. Bolum
İstanbul’u, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. İsmi. Nu’mân bin Ahmed bin Mahmûd olup, lakabı Hacı Bayram’dır. 753 (m. 1352)’de, Ankara ilinin Çubuk çayı üzerindeki Zülfadl (Sol-Fasol) köyünde doğdu. Hâmid-i Aksarâyî’den (Somuncu Baba) feyz alarak, zâhirî ve bâtınî ilimlerde üstün derecelere yükseldi. Tasavvufta Bayramî tarikatını (yolunu) kurdu. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın hocası Akşemseddîn hazretlerini yetiştirip, kemâle getirdi. 833 (m. 1449) senesinde Ankara’da vefât etti. Türbesi, Hâcı Bayram Câmii’nin kenarında ziyârete açıktır. Nu’mân, küçük yaşından i’tibâren ilim tahsiline başladı. Ankara’da ve Bursa’da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde yetişti. Ankara’da Melike Hâtun’un yaptırdığı Kara Medrese’de müderrislik yaparak, talebe yetiştirmeğe başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan bir kimse hâline geldi. Birgün müderris Nu’mân’a, bir kimse gelerek; “İsmim Şücâ-i Karamânî’dir. Hocam Hamîdeddîn-i Velî hazretlerinin size selâmı var. Kayseriye da’vet ediyor. Bu vazîfe ile huzûrunuza gelmiş bulunuyorum” dedi. O da, Hamîdeddîn ismini duyunca; “Baş üstüne, bu da’vete icabet lâzımdır. Hemen gidelim” diyerek müderrisliği bıraktı. Şücâ-i Karamânî ile Kayseri’ye gittiler. Kayseri’de Hamîdeddîn-i Velî ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz” buyurarak, Nu’mân’a Bayram lakabını verdi. Hamîd-i Velî, Nu’mân ile başbaşa sohbetlere başlıyarak, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona; “Hâcı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyâyı ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Hocasının teveccühleri ile zamanının en büyük velîlerinden oldu. Hacı Bayram-ı Velî, hocası ile hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının 815 (m. 1412) senesinde “Halîfem, vekîlim sensin” emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine yüklendi. Aynı sene hocası vefât edince, cenâze işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray’da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara’ya döndü. Ankara’da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Hergün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalblerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu. İsmi Muhammed, lakabı Akşemseddîn olan bir genç, aklî ve naklî ilimlerde yetişip, Osmancık’da müderris olmuştu. Tıb ilmi üzerinde oldukça bilgisi vardı. Talebelerin dersini verdikten sonra, diğer vakitlerinde nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Ayrıca bu konuda kendisini yetiştirecek bir büyük velîyi de araştırıyordu. Ankara’dan gelen ba’zı kimselerden, Hâcı Bayram-ı Velî’nin medhini duyarak medreseyi bıraktı ve Ankara’ya geldi. Hâcı Bayram-ı Velî’yi kendi ölçülerine göre yaptığı incelemelerde yeterli bulmadı. Haleb’de, ismi Zeynüddîn olan bir kimsenin evliyâlıkta yüksek dereceler sahibi olduğunu işitti. Kararını vererek Haleb’e gitti. Zeynüddîn hazretleri ile görüşmeden önce bir gece rü’yâ gördü. Rü’yâsında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise Hacı Bayram’ın elinde idi. Bu rü’yâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anladı ve hemen Ankara’ya geri dönmek için yola çıktı. Ankara’ya geldiğinde Hacı Bayram-ı Velî’nin talebeleriyle tarlada ekin biçmeye gittiğini öğrendi. Tarlaya gitti. Talebeler, aralarına yeni bir kimsenin geldiğini görünce, hocalarının mübârek yüzüne baktılar. Onun, o gence hiç iltifât etmediğini, dönüp bakmadığını görünce, onlar da iltifât etmediler. Akşemseddîn, onlarla birlikte ekin biçmeye başladı. Yemek vakti geldiğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yiyecekleri ayrıldı. Hacı Bayram-ı Velî, talebeleriyle yemek yemeğe başladı. Yine Akşemseddîn’e hiç iltifât etmeyip, yemeğe çağırmadı. Akşemseddîn yaptığı hatâyı bildiği için, kendi kendine; “Ey nefsim! Sen, Allahü teâlânın büyük bir velî kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin lâyık olduğun yer burasıdır” diyerek, köpeklerin yanına yaklaşıp, onlarla beraber yemeğe başladı. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Akşemseddîn’in bu tevâzuuna dayanamayarak; “Ey köse! Kalbimize çabuk girdin, gel yanıma” buyurdu ve ona iltifât etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misâfiri, işte böyle ağırlarlar” diyerek, onun gördüğü rü’yâyı, kerâmet göstererek anladığını bildirdi. Akşemseddîn, kabûl edildiğine çok sevindi ve hocasının gösterdiği kerâmetler ile ona bağlılığı daha da arttı. Artık hocasından hiç ayrılmadı. Sohbetlerini hiç kaçırmayarak, kalblere şifâ olan nasihatlerini zevkle dinlemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî’nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten daha ileri gitti. Hattâ yedi günde bir kaşık sirke içerek yaşamaya başladı. Nitekim bu husûsta Hacı Bayram-ı Velî birgün; “Ey Köse! Bu şekilde riyâzet ve mücâhede ile, nefsin isteklerini yapmayıp istemedilerini yaparsan, nûr olursun, vefât ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar” buyurdu. Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddîn’i bu şekilde çalıştırarak, evliyâlık makamlarının yüksek derecelerine çıkardı. Akşemseddîn’e icâzet (diploma) verdiğinde, ba’zıları; “Efendim! Sizden yıllarca okuyan talebelere hilâfet vermediğiniz hâlde, bu yeni gelen Akşemseddîn’i kısa zamanda hilâfet ile şereflendirdiniz?” dediler. Hacı Bayram-ı Velî de; “Bu öyle bir kösedir ki, bizden her ne görüp duydu ise hemen inandı. Gördüklerinin ve işittiklerinin hikmetini de bizzat kendisi anladı. Fakat yanımda yıllardır çalışan talebeler, gördüklerinin ve duyduklarının hikmetini anlıyamayıp bana sorarlar. Ona hilâfet vermemizin sebebi işte budur” diye cevap verdi. Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara va’z ve nasihat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî’nin va’zlarına koşuyor, ba’zı kerâmetlerini de görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram’ın etrâfında pekçok kimsenin toplandığını gören ba’zı hased ediciler, Pâdişâh İkinci Murâd Hân’a; “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde ba’zı sözler ederek, saltanatınıza kasd edermiş. Bir isyan çıkarmasından korkarız!” diyerek iftiralarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kimse vazîfelendirip; “O kimseyi hemen gidip getirin. Emrimize baş kaldırıp isyan ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi. Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermanı olduğu hâlde, Edirne’den kalkıp son sür’atle Ankara’ya doğru yol aldılar. Ankara’ya yaklaştıklarında önlerine; Yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hâcı Bayram isminde biri. Etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp Derse’âdet’e götüreceğiz” dediler. Çavuşların bu sözünü bekliyen ihtiyâr zât; “O aradığınız Hâcı Bayram bu fakirdir” diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermana baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî’ye, aradıkları isyancı bu olamazdı. Veya bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, isyan edecek bir kimseye benzemiyordu. Hâcı Bayram-ı Velî’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; “Gidelim. Sultânımıza gidelim. Bu zâtın ma’sûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim” dediler. Fakat Hâcı Bayram; “Evlâtlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermanı başımız üzerinedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bağlayınız ve bir ân önce buradan gidelim” buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar, “Sizi yanlış anlamışlar efendim. Size karşı edebsizlik etmeye haya ederiz. Hele zincire vurmak hiç yakışmaz. Madem ki emrediyorsunuz, arabaya buyurunuz gidelim” dediler. Hâcı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birlikte Edirne’ye doğru yola koyuldular. Hâcı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlara nasihatlerde bulundu. Günler sonra Çanakkale boğazından geçip, Edirne’ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Hân, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkiya beklerken, karşısında: nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini hiç saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklı idi ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hâcı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini, böyle kıymetli bir âlim ve evliyânın devlete baş kaldırmayacağını daha iyi anladı. Tâ Ankara’dan buraya kadar zahmet çektirip getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de sevindi. Tasavvuftaki ba’zı müşküllerini Hâcı Bayram-ı Velî’ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyadesiyle memnun oldu. Onun ilmine hayran kaldı. Onu apar topar yerinden getirttiği için, nasıl gönlünü alacağını bilemiyordu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hâcı Bayram-ı Velî; “Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları alıp, ihtiyâcı olanlara veriniz” diyerek nâzikçe red etti. Pâdişâh ısrar edince de; “Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz” buyurdu. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hâcı Bayram-ı Velî’yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikramda bulundu. Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; “Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleri ile İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezid Hân bu işe girişti. Fakat şimdiye kadar kesin bir netice elde edemediler. Devlet-i âl-i Osman’ın topraklarının ortasında bir Bizans devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de ( aleyhisselâm ) medhettiği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum” dedi. Murâd Hân bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış hâlde dinliyordu. Söz bitince, tane tane şöyle konuştu; “Sultânım! Bu şehrin alınışı ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul’u almak, şu beşikte yatan yavrunuz Muhammed’e (Fâtih Sultan Mehmed Hân’a) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn’e nasîb olsa gerektir” müjdesini verdi. Sultan Murâd Hân, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed’e ve Akşemseddîn’e artık başka bir nazar ile bakmağa başladı. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne’de bulunduğu müddet içinde, câmilerde va’z verip, halka nasihatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasihat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne’de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devam etmek istediğini bildirdi. O zaman Sultan Murâd, ondan nasihat istedi. Hacı Bayram, nasihat olarak buyurdu ki: “Teb’an içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda ba’zı mes’eleler görüşülürse, yahut onlar bu mes’elelerde senin bildiğinin hilâfını iddia ederlerse, onlara hemen muhalefet etme. Sana birşey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu mes’elede şu veya bu şekilde görüş ve delîllerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler. Seni ziyârete gelenlere ilimden birşey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince mes’eleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Ba’zan da onlara yemek ikram et. İhtiyâçlarını te’min et. Onların değer ve i’tibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsamaha göster. Hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.” Bu nasîhattan sonra, küçük Fâtih’i kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulundu. Sonra Sultan Murâd’ın verdiği fermanı alarak vedâlaştı, yola koyuldu. Hacı Bayram, önce Gelibolu’ya geldi. Orada Yazıcızâde Ahmed Bîcân ve Muhammed Bîcân kardeşler ile görüştü. Bir müddet onları yetiştirmek için orada kaldı. Onların Bayramiyye yoluna girerek, tasavvufta ilerlemelerine sebep oldu. Muhammed Efendi, yazmış olduğu eseri “Muhammediyye”yi hocası Hacı Bayram-ı Velî’ye takdim ettiğinde; “Ey Muhammed! Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için uğraşıp onu yola getirse idin daha iyi olmaz mı idi?” buyurduğunda, Muhammed Bîcân bir “Âhh!” çekti ki, o ânda kitabın açık olan sahifesi “Âhh”ın ateşinden kararıp simsiyah oldu. Hacı Bayram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet (diploma) vererek, insanları yetiştirme vazîfesini verdi. Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murâd Hân’ın verdiği ferman ile geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan birçok kişi, vergiden ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Bunun üzerine Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı. Bunun üzerine Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; “Bize intisâb edenler burada toplansın” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hâcı Bayram-ı Velî; “Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem gerek. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin” buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Hacı Bayram-ı Velî de, elinde keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî buyurdu ki: “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve askerlik yapmak sûretiyle, devlete karşı olan borcunu ödemelidir.” Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Talebelerine ve sohbete gelen herkese, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasaklarından kaçınmanın şart olduğunu anlattı. Hayatı, hep vera’ ve takvâ üzere, haramlardan şiddetle kaçıp, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahî terketmekle geçti. Hacı Bayram-ı Velî, son hastalığında talebelerini yanına çağırdı. Onlara nasihatte bulundu. Başucunda ve sağ tarafında en önde gelen talebelerinden Akşemseddîn, biraz gerilerde yine gözde talebelerinden Bıçakçı Ömer efendi bulunuyordu. Herkes Kur’ân-ı kerîm okuyup, sevâblarını hocalarına bağışlıyorlardı. Bir ara talebeler; “Acaba hocamız son hastalıklarında yerine kimi vekîl olarak bırakacak?” diye düşünürler iken, Hacı Bayram-ı Velî hazretleri gözlerini açıp; “Emîr! Su getir” buyurdu. Talebelerden biri koşarak bir bardak su getirdi. Hacı Bayram suyu alıp, yanında bulunan çiçek saksısının içine döktü. Tekrar yatıp gözlerini yumdu. Bir müddet sessiz ve dalgın bir hâlde bekledi. Sonra tekrar gözlerini açıp; “Emîr! Su getir” buyurdu. Yine bir bardak su getirdiler. Onu da alıp, saksıya döktü. Tekrar dalgınlaştı. Bir ara yine gözlerini açıp su istedi. O zaman Akşemseddîn; “Ömer! Suyu sen getir” dedi. Bıçakçı Ömer efendi, gidip bir bardak su getirdi. Suyu alan Hacı Bayram-ı Velî, biraz içip; “Kalanı sen iç ki, emânet-i kübrâya nail olasın” buyurdu. Ömer efendi de bu suyu içti. Hacı Bayram-ı Velî tekrar dalgınlaştı. Bir ara gözlerini açtı. Bütün talebelerine teker teker bakarak sessizce vedâlaştı ve “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühü ve Resûlühü” dedi ve mübârek gözlerini yumdu. Talebeler, Akşemseddîn ve Ömer efendi’nin riyaseti altında cenâze hazırlığına başladılar. Bunu işiten bütün Ankaralılar, Hacı Bayram-ı Velî’ye karşı son vazîfelerini yapmak için koştular. Cenâze namazını Akşemseddîn kıldırdı. Bugünkü türbesinin olduğu yere defnettiler. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin, Allahü teâlânın pekçok ihsânlarına kavuştuğunu, zamanının Kutb-i aktâbı olduğunu pekçok âlimlerimiz bildirmişlerdir. Onun vefâtından sonra “Bayramiyye yolu”nu, talebelerinden Akşemşeddîn ve Bıçakçı Ömer efendi devam ettirdiler. Hâcı Bayram-ı Velî’nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağırıldı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpeleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hâcı Bayram-ı Velî’nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip; “Yâ hazret-i Hâcı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazîfemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet olarak bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şayet dönmezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!” diye münâcaat etti. Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı. Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hâcı Bayram-ı Velî’ye geldi. Ziyâretini yaptıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı. Orada türbeyi bekleyen türbedâra; “Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum” dedi. Türbedâr; “Tabî, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defasında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim” dedi. Genç, çekmecenin yanına gelip, Hâcı Bayram-ı Velî’ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü. Hâcı Bayram-ı Velî’nin, Akşemseddîn ve Bıçakcı Ömer Efendi’den başka halîfeleri de vardı. Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Yazıcızâde Muhammed ve Ahmed Bîcân kardeşler, İnce Bedreddîn, Hızır Dede, Akbıyık Sultan, Muhammed Üftâde hazretleri bunlardandır. Birisi de, dâmâdı Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah efendi)dir. Hâcı Bayram-ı Velî’nin talebelerine nasihatlerinden ba’zıları şunlardır: “İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çarşı ve pazarlarda sık sık bulunmayınız.” “Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.” “Allahü teâlâya isyan yolunda, hiçbir kimseye yardım etmeyiniz.” “Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayınız. Onları sevindiriniz ki, Peygamber efendimizin emrini yerine getirmiş olasınız.” “Çarşıda ve câmi avlusunda birşey yemeyiniz. Yol ortasında durmayınız. Ticâret erbâbının dükkânlarında uzun müddet oturmayınız.” “Hiçbir günâhı küçümsemeyin, çok çalışın. Boş gezenler, zengin dahî olsa, arkadaşları şeytan, kalbleri şeytanın konağı olur.” “Çok gülmeyiniz ki, kalbiniz kararmasın. Sakin ve ağırbaşlı olunuz ki, vekarınız bozulmasın.” “Nefsinizi dâima kontrol altında tutunuz. Onu boş bırakmayasınız ki, sizi ateşe sürüklemesin.” “Helâlinden kazanıp, ondan fakirlere cömertçe veriniz.” “Ölümü çok hatırlayınız, ölüm gelmeden hesabınızı yapınız. Tövbe ediniz ki, affa kavuşasınız.” “Âlim ve evliyânın kabirlerini ziyâret ediniz. Zîrâ o büyükler, kendilerini ziyâret edenlere şefaat ederler.” “Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz.” “Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşa etmeyiniz. Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hiyânet ise, çirkin bir harekettir.” Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Yûnus Emre ile aynı asırda yasamışdır. Yûnus Emre’nin söylediği şiirlerin tarzında şiirler söylemiştir. Dilden dile söylenegelen şiirlerinin ba’zıları şöyledir: N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm? Derd-ü-gamınla doldu bu gönlüm. Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm, Yanmada derman buldu bu gönlüm. Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan! Yanmadan oldu derdine derman. Pervane gibi, pervane gibi, Aşk ateşiyle yandı bu gönlüm. Gerçi ki yandı, gerçeğe yandı, Rengine aşkın, cümle boyandı. Kendinde buldu, kendinde buldu, Matlûbunu hoş buldu bu gönlüm. El fakru fahri, el fakru fahrî, Demedi mi ol âlemler fahrî? Fakrını zikrin, fakrını zikrin, Mahv-u fenâda buldu bu gönlüm. Sevâd-ı a’zam, sevâd-ı a’zam, Bana gelipdür Arş-ı muazzam. Meskeni cânân, meskeni cânân, Olsa acep mi şimdi bu gönlüm? Bayram’ım imdi, Bayram’ım imdi, Bayram ederler, yâr ile şimdi. Hamd-ü-senâlar, hamd-ü-senâlar, Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm. Bilmek istersen seni, Can içinde ara canı. Geç canından bul ânı, Sen seni bil, sen seni. Kim bildi ef’âlini, Ol bildi sıfatını, Anda gördü zâtını, Sen seni bil, sen seni. Görünen sıfatındır, O’nu gören zâtındır, Gayri ne hacetindir, Sen seni bil, sen seni. Kim ki hayrete vardı, Nûra müstagrak oldu, Tevhîd-i zâtı buldu, Sen seni bil, sen seni. Bayram özünü bildi, Bileni anda buldu, Bulan ol kendi oldu, Sen seni bil, sen seni. Benim maksûdum bu âlem, Değildir, lâkin illâ Hû. Bu benim derdime derman, Değildir, lâkin illâ Hû. Değildir ol, hûr-i gılman, Ne Cennet, köşk, ne de Rıdvan, Bu benim, gönlüme sultan, Değildir, lâkin illâ Hû. Ânın nakşı hayâlinden, Cihan bir zerre olmuştur. Nazar etsen o zerreden, Görünmez, lâkin illâ Hû. Bu Bayram’ı, eğer idrâk, Edersen, sen bu âlemde. Bu sının sırrına kimse, Eremez, lâkin illâ Hû. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi sh. 77 2) Kâmûs-ül-a’lâm cild-2, sh. 1429 3) Nefehât-ül-üns sh. 684 4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1008 5) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 7 6) Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî 7) Tâc-üt-tevârih cild-2, sh. 428 8) A History of Ottaman Poetry cild-1, sh. 299 9) Bedâyi-ül-vekâyî vr. 190 10) Osmanlı müellifleri cild-1, sh. 56
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri 1. Bolum
Jul 4 2023
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri 1. Bolum
İstanbul’u, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. İsmi. Nu’mân bin Ahmed bin Mahmûd olup, lakabı Hacı Bayram’dır. 753 (m. 1352)’de, Ankara ilinin Çubuk çayı üzerindeki Zülfadl (Sol-Fasol) köyünde doğdu. Hâmid-i Aksarâyî’den (Somuncu Baba) feyz alarak, zâhirî ve bâtınî ilimlerde üstün derecelere yükseldi. Tasavvufta Bayramî tarikatını (yolunu) kurdu. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın hocası Akşemseddîn hazretlerini yetiştirip, kemâle getirdi. 833 (m. 1449) senesinde Ankara’da vefât etti. Türbesi, Hâcı Bayram Câmii’nin kenarında ziyârete açıktır. Nu’mân, küçük yaşından i’tibâren ilim tahsiline başladı. Ankara’da ve Bursa’da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi din ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde yetişti. Ankara’da Melike Hâtun’un yaptırdığı Kara Medrese’de müderrislik yaparak, talebe yetiştirmeğe başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan bir kimse hâline geldi. Birgün müderris Nu’mân’a, bir kimse gelerek; “İsmim Şücâ-i Karamânî’dir. Hocam Hamîdeddîn-i Velî hazretlerinin size selâmı var. Kayseriye da’vet ediyor. Bu vazîfe ile huzûrunuza gelmiş bulunuyorum” dedi. O da, Hamîdeddîn ismini duyunca; “Baş üstüne, bu da’vete icabet lâzımdır. Hemen gidelim” diyerek müderrisliği bıraktı. Şücâ-i Karamânî ile Kayseri’ye gittiler. Kayseri’de Hamîdeddîn-i Velî ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz” buyurarak, Nu’mân’a Bayram lakabını verdi. Hamîd-i Velî, Nu’mân ile başbaşa sohbetlere başlıyarak, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona; “Hâcı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyâyı ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Hocasının teveccühleri ile zamanının en büyük velîlerinden oldu. Hacı Bayram-ı Velî, hocası ile hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının 815 (m. 1412) senesinde “Halîfem, vekîlim sensin” emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine yüklendi. Aynı sene hocası vefât edince, cenâze işleriyle meşgûl olup, cenâze namazını kıldırdı. Aksaray’da vazîfesini bitirdikten sonra Ankara’ya döndü. Ankara’da dînin emir ve yasaklarını insanlara anlatmaya, onlara doğru yolu göstermeye, yetiştirmeye başladı. Hergün pekçok kimse huzûruna gelir, hasta kalblerine şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu. İsmi Muhammed, lakabı Akşemseddîn olan bir genç, aklî ve naklî ilimlerde yetişip, Osmancık’da müderris olmuştu. Tıb ilmi üzerinde oldukça bilgisi vardı. Talebelerin dersini verdikten sonra, diğer vakitlerinde nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Ayrıca bu konuda kendisini yetiştirecek bir büyük velîyi de araştırıyordu. Ankara’dan gelen ba’zı kimselerden, Hâcı Bayram-ı Velî’nin medhini duyarak medreseyi bıraktı ve Ankara’ya geldi. Hâcı Bayram-ı Velî’yi kendi ölçülerine göre yaptığı incelemelerde yeterli bulmadı. Haleb’de, ismi Zeynüddîn olan bir kimsenin evliyâlıkta yüksek dereceler sahibi olduğunu işitti. Kararını vererek Haleb’e gitti. Zeynüddîn hazretleri ile görüşmeden önce bir gece rü’yâ gördü. Rü’yâsında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise Hacı Bayram’ın elinde idi. Bu rü’yâ üzerine, Akşemseddîn yaptığı hatâyı anladı ve hemen Ankara’ya geri dönmek için yola çıktı. Ankara’ya geldiğinde Hacı Bayram-ı Velî’nin talebeleriyle tarlada ekin biçmeye gittiğini öğrendi. Tarlaya gitti. Talebeler, aralarına yeni bir kimsenin geldiğini görünce, hocalarının mübârek yüzüne baktılar. Onun, o gence hiç iltifât etmediğini, dönüp bakmadığını görünce, onlar da iltifât etmediler. Akşemseddîn, onlarla birlikte ekin biçmeye başladı. Yemek vakti geldiğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yiyecekleri ayrıldı. Hacı Bayram-ı Velî, talebeleriyle yemek yemeğe başladı. Yine Akşemseddîn’e hiç iltifât etmeyip, yemeğe çağırmadı. Akşemseddîn yaptığı hatâyı bildiği için, kendi kendine; “Ey nefsim! Sen, Allahü teâlânın büyük bir velî kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin lâyık olduğun yer burasıdır” diyerek, köpeklerin yanına yaklaşıp, onlarla beraber yemeğe başladı. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Akşemseddîn’in bu tevâzuuna dayanamayarak; “Ey köse! Kalbimize çabuk girdin, gel yanıma” buyurdu ve ona iltifât etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misâfiri, işte böyle ağırlarlar” diyerek, onun gördüğü rü’yâyı, kerâmet göstererek anladığını bildirdi. Akşemseddîn, kabûl edildiğine çok sevindi ve hocasının gösterdiği kerâmetler ile ona bağlılığı daha da arttı. Artık hocasından hiç ayrılmadı. Sohbetlerini hiç kaçırmayarak, kalblere şifâ olan nasihatlerini zevkle dinlemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî’nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten daha ileri gitti. Hattâ yedi günde bir kaşık sirke içerek yaşamaya başladı. Nitekim bu husûsta Hacı Bayram-ı Velî birgün; “Ey Köse! Bu şekilde riyâzet ve mücâhede ile, nefsin isteklerini yapmayıp istemedilerini yaparsan, nûr olursun, vefât ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar” buyurdu. Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddîn’i bu şekilde çalıştırarak, evliyâlık makamlarının yüksek derecelerine çıkardı. Akşemseddîn’e icâzet (diploma) verdiğinde, ba’zıları; “Efendim! Sizden yıllarca okuyan talebelere hilâfet vermediğiniz hâlde, bu yeni gelen Akşemseddîn’i kısa zamanda hilâfet ile şereflendirdiniz?” dediler. Hacı Bayram-ı Velî de; “Bu öyle bir kösedir ki, bizden her ne görüp duydu ise hemen inandı. Gördüklerinin ve işittiklerinin hikmetini de bizzat kendisi anladı. Fakat yanımda yıllardır çalışan talebeler, gördüklerinin ve duyduklarının hikmetini anlıyamayıp bana sorarlar. Ona hilâfet vermemizin sebebi işte budur” diye cevap verdi. Hacı Bayram-ı Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide insanlara va’z ve nasihat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî’nin va’zlarına koşuyor, ba’zı kerâmetlerini de görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde Hacı Bayram’ın etrâfında pekçok kimsenin toplandığını gören ba’zı hased ediciler, Pâdişâh İkinci Murâd Hân’a; “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde ba’zı sözler ederek, saltanatınıza kasd edermiş. Bir isyan çıkarmasından korkarız!” diyerek iftiralarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kimse vazîfelendirip; “O kimseyi hemen gidip getirin. Emrimize baş kaldırıp isyan ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi. Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermanı olduğu hâlde, Edirne’den kalkıp son sür’atle Ankara’ya doğru yol aldılar. Ankara’ya yaklaştıklarında önlerine; Yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hâcı Bayram isminde biri. Etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp Derse’âdet’e götüreceğiz” dediler. Çavuşların bu sözünü bekliyen ihtiyâr zât; “O aradığınız Hâcı Bayram bu fakirdir” diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir fermana baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî’ye, aradıkları isyancı bu olamazdı. Veya bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, isyan edecek bir kimseye benzemiyordu. Hâcı Bayram-ı Velî’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; “Gidelim. Sultânımıza gidelim. Bu zâtın ma’sûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildirelim” dediler. Fakat Hâcı Bayram; “Evlâtlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermanı başımız üzerinedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bağlayınız ve bir ân önce buradan gidelim” buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar, “Sizi yanlış anlamışlar efendim. Size karşı edebsizlik etmeye haya ederiz. Hele zincire vurmak hiç yakışmaz. Madem ki emrediyorsunuz, arabaya buyurunuz gidelim” dediler. Hâcı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birlikte Edirne’ye doğru yola koyuldular. Hâcı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlara nasihatlerde bulundu. Günler sonra Çanakkale boğazından geçip, Edirne’ye geldiler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Hân, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkiya beklerken, karşısında: nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini hiç saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklı idi ve büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hâcı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin yüksekliğini, böyle kıymetli bir âlim ve evliyânın devlete baş kaldırmayacağını daha iyi anladı. Tâ Ankara’dan buraya kadar zahmet çektirip getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de sevindi. Tasavvuftaki ba’zı müşküllerini Hâcı Bayram-ı Velî’ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyadesiyle memnun oldu. Onun ilmine hayran kaldı. Onu apar topar yerinden getirttiği için, nasıl gönlünü alacağını bilemiyordu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hâcı Bayram-ı Velî; “Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları alıp, ihtiyâcı olanlara veriniz” diyerek nâzikçe red etti. Pâdişâh ısrar edince de; “Mutlaka ihsânda bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf tutulmasını arzu ederiz” buyurdu. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hâcı Bayram-ı Velî’yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikramda bulundu. Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; “Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleri ile İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezid Hân bu işe girişti. Fakat şimdiye kadar kesin bir netice elde edemediler. Devlet-i âl-i Osman’ın topraklarının ortasında bir Bizans devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de ( aleyhisselâm ) medhettiği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum” dedi. Murâd Hân bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış hâlde dinliyordu. Söz bitince, tane tane şöyle konuştu; “Sultânım! Bu şehrin alınışı ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul’u almak, şu beşikte yatan yavrunuz Muhammed’e (Fâtih Sultan Mehmed Hân’a) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn’e nasîb olsa gerektir” müjdesini verdi. Sultan Murâd Hân, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde Muhammed’e ve Akşemseddîn’e artık başka bir nazar ile bakmağa başladı. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne’de bulunduğu müddet içinde, câmilerde va’z verip, halka nasihatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasihat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne’de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devam etmek istediğini bildirdi. O zaman Sultan Murâd, ondan nasihat istedi. Hacı Bayram, nasihat olarak buyurdu ki: “Teb’an içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda ba’zı mes’eleler görüşülürse, yahut onlar bu mes’elelerde senin bildiğinin hilâfını iddia ederlerse, onlara hemen muhalefet etme. Sana birşey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu mes’elede şu veya bu şekilde görüş ve delîllerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler. Seni ziyârete gelenlere ilimden birşey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince mes’eleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Ba’zan da onlara yemek ikram et. İhtiyâçlarını te’min et. Onların değer ve i’tibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsamaha göster. Hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.” Bu nasîhattan sonra, küçük Fâtih’i kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulundu. Sonra Sultan Murâd’ın verdiği fermanı alarak vedâlaştı, yola koyuldu. Hacı Bayram, önce Gelibolu’ya geldi. Orada Yazıcızâde Ahmed Bîcân ve Muhammed Bîcân kardeşler ile görüştü. Bir müddet onları yetiştirmek için orada kaldı. Onların Bayramiyye yoluna girerek, tasavvufta ilerlemelerine sebep oldu. Muhammed Efendi, yazmış olduğu eseri “Muhammediyye”yi hocası Hacı Bayram-ı Velî’ye takdim ettiğinde; “Ey Muhammed! Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için uğraşıp onu yola getirse idin daha iyi olmaz mı idi?” buyurduğunda, Muhammed Bîcân bir “Âhh!” çekti ki, o ânda kitabın açık olan sahifesi “Âhh”ın ateşinden kararıp simsiyah oldu. Hacı Bayram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet (diploma) vererek, insanları yetiştirme vazîfesini verdi. Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murâd Hân’ın verdiği ferman ile geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan birçok kişi, vergiden ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Bunun üzerine Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı. Bunun üzerine Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; “Bize intisâb edenler burada toplansın” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hâcı Bayram-ı Velî; “Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem gerek. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin” buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Hacı Bayram-ı Velî de, elinde keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî buyurdu ki: “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve askerlik yapmak sûretiyle, devlete karşı olan borcunu ödemelidir.” Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Talebelerine ve sohbete gelen herkese, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasaklarından kaçınmanın şart olduğunu anlattı. Hayatı, hep vera’ ve takvâ üzere, haramlardan şiddetle kaçıp, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahî terketmekle geçti. Hacı Bayram-ı Velî, son hastalığında talebelerini yanına çağırdı. Onlara nasihatte bulundu. Başucunda ve sağ tarafında en önde gelen talebelerinden Akşemseddîn, biraz gerilerde yine gözde talebelerinden Bıçakçı Ömer efendi bulunuyordu. Herkes Kur’ân-ı kerîm okuyup, sevâblarını hocalarına bağışlıyorlardı. Bir ara talebeler; “Acaba hocamız son hastalıklarında yerine kimi vekîl olarak bırakacak?” diye düşünürler iken, Hacı Bayram-ı Velî hazretleri gözlerini açıp; “Emîr! Su getir” buyurdu. Talebelerden biri koşarak bir bardak su getirdi. Hacı Bayram suyu alıp, yanında bulunan çiçek saksısının içine döktü. Tekrar yatıp gözlerini yumdu. Bir müddet sessiz ve dalgın bir hâlde bekledi. Sonra tekrar gözlerini açıp; “Emîr! Su getir” buyurdu. Yine bir bardak su getirdiler. Onu da alıp, saksıya döktü. Tekrar dalgınlaştı. Bir ara yine gözlerini açıp su istedi. O zaman Akşemseddîn; “Ömer! Suyu sen getir” dedi. Bıçakçı Ömer efendi, gidip bir bardak su getirdi. Suyu alan Hacı Bayram-ı Velî, biraz içip; “Kalanı sen iç ki, emânet-i kübrâya nail olasın” buyurdu. Ömer efendi de bu suyu içti. Hacı Bayram-ı Velî tekrar dalgınlaştı. Bir ara gözlerini açtı. Bütün talebelerine teker teker bakarak sessizce vedâlaştı ve “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühü ve Resûlühü” dedi ve mübârek gözlerini yumdu. Talebeler, Akşemseddîn ve Ömer efendi’nin riyaseti altında cenâze hazırlığına başladılar. Bunu işiten bütün Ankaralılar, Hacı Bayram-ı Velî’ye karşı son vazîfelerini yapmak için koştular. Cenâze namazını Akşemseddîn kıldırdı. Bugünkü türbesinin olduğu yere defnettiler. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin, Allahü teâlânın pekçok ihsânlarına kavuştuğunu, zamanının Kutb-i aktâbı olduğunu pekçok âlimlerimiz bildirmişlerdir. Onun vefâtından sonra “Bayramiyye yolu”nu, talebelerinden Akşemşeddîn ve Bıçakçı Ömer efendi devam ettirdiler. Hâcı Bayram-ı Velî’nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağırıldı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpeleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hâcı Bayram-ı Velî’nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip; “Yâ hazret-i Hâcı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazîfemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet olarak bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şayet dönmezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!” diye münâcaat etti. Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı. Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hâcı Bayram-ı Velî’ye geldi. Ziyâretini yaptıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı. Orada türbeyi bekleyen türbedâra; “Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum” dedi. Türbedâr; “Tabî, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defasında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim” dedi. Genç, çekmecenin yanına gelip, Hâcı Bayram-ı Velî’ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü. Hâcı Bayram-ı Velî’nin, Akşemseddîn ve Bıçakcı Ömer Efendi’den başka halîfeleri de vardı. Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Yazıcızâde Muhammed ve Ahmed Bîcân kardeşler, İnce Bedreddîn, Hızır Dede, Akbıyık Sultan, Muhammed Üftâde hazretleri bunlardandır. Birisi de, dâmâdı Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah efendi)dir. Hâcı Bayram-ı Velî’nin talebelerine nasihatlerinden ba’zıları şunlardır: “İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çarşı ve pazarlarda sık sık bulunmayınız.” “Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.” “Allahü teâlâya isyan yolunda, hiçbir kimseye yardım etmeyiniz.” “Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayınız. Onları sevindiriniz ki, Peygamber efendimizin emrini yerine getirmiş olasınız.” “Çarşıda ve câmi avlusunda birşey yemeyiniz. Yol ortasında durmayınız. Ticâret erbâbının dükkânlarında uzun müddet oturmayınız.” “Hiçbir günâhı küçümsemeyin, çok çalışın. Boş gezenler, zengin dahî olsa, arkadaşları şeytan, kalbleri şeytanın konağı olur.” “Çok gülmeyiniz ki, kalbiniz kararmasın. Sakin ve ağırbaşlı olunuz ki, vekarınız bozulmasın.” “Nefsinizi dâima kontrol altında tutunuz. Onu boş bırakmayasınız ki, sizi ateşe sürüklemesin.” “Helâlinden kazanıp, ondan fakirlere cömertçe veriniz.” “Ölümü çok hatırlayınız, ölüm gelmeden hesabınızı yapınız. Tövbe ediniz ki, affa kavuşasınız.” “Âlim ve evliyânın kabirlerini ziyâret ediniz. Zîrâ o büyükler, kendilerini ziyâret edenlere şefaat ederler.” “Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz.” “Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşa etmeyiniz. Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hiyânet ise, çirkin bir harekettir.” Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Yûnus Emre ile aynı asırda yasamışdır. Yûnus Emre’nin söylediği şiirlerin tarzında şiirler söylemiştir. Dilden dile söylenegelen şiirlerinin ba’zıları şöyledir: N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm? Derd-ü-gamınla doldu bu gönlüm. Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm, Yanmada derman buldu bu gönlüm. Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan! Yanmadan oldu derdine derman. Pervane gibi, pervane gibi, Aşk ateşiyle yandı bu gönlüm. Gerçi ki yandı, gerçeğe yandı, Rengine aşkın, cümle boyandı. Kendinde buldu, kendinde buldu, Matlûbunu hoş buldu bu gönlüm. El fakru fahri, el fakru fahrî, Demedi mi ol âlemler fahrî? Fakrını zikrin, fakrını zikrin, Mahv-u fenâda buldu bu gönlüm. Sevâd-ı a’zam, sevâd-ı a’zam, Bana gelipdür Arş-ı muazzam. Meskeni cânân, meskeni cânân, Olsa acep mi şimdi bu gönlüm? Bayram’ım imdi, Bayram’ım imdi, Bayram ederler, yâr ile şimdi. Hamd-ü-senâlar, hamd-ü-senâlar, Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm. Bilmek istersen seni, Can içinde ara canı. Geç canından bul ânı, Sen seni bil, sen seni. Kim bildi ef’âlini, Ol bildi sıfatını, Anda gördü zâtını, Sen seni bil, sen seni. Görünen sıfatındır, O’nu gören zâtındır, Gayri ne hacetindir, Sen seni bil, sen seni. Kim ki hayrete vardı, Nûra müstagrak oldu, Tevhîd-i zâtı buldu, Sen seni bil, sen seni. Bayram özünü bildi, Bileni anda buldu, Bulan ol kendi oldu, Sen seni bil, sen seni. Benim maksûdum bu âlem, Değildir, lâkin illâ Hû. Bu benim derdime derman, Değildir, lâkin illâ Hû. Değildir ol, hûr-i gılman, Ne Cennet, köşk, ne de Rıdvan, Bu benim, gönlüme sultan, Değildir, lâkin illâ Hû. Ânın nakşı hayâlinden, Cihan bir zerre olmuştur. Nazar etsen o zerreden, Görünmez, lâkin illâ Hû. Bu Bayram’ı, eğer idrâk, Edersen, sen bu âlemde. Bu sının sırrına kimse, Eremez, lâkin illâ Hû. ¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾ 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi sh. 77 2) Kâmûs-ül-a’lâm cild-2, sh. 1429 3) Nefehât-ül-üns sh. 684 4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1008 5) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 7 6) Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî 7) Tâc-üt-tevârih cild-2, sh. 428 8) A History of Ottaman Poetry cild-1, sh. 299 9) Bedâyi-ül-vekâyî vr. 190 10) Osmanlı müellifleri cild-1, sh. 56
Ibrahim Bin Ethem Hazretleri 2. Bolum
Jul 4 2023
Ibrahim Bin Ethem Hazretleri 2. Bolum
Tabiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 714 (H. 96)’da Belh şehrinde doğup, 779 (H. 162)’de Şam’da vefat etti. İsmi, İbrahim bin Edhem bin Mansûr olup, künyesi Ebû ishâk’dır. Nesebi hazret-i Ömer’e dayanır. Fudayl bin Iyâd’dan feyz aldı. İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râî ve Şeyh Mansûr Selâmî’nin sohbetinde bulunmuş, Veysel Karanı hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir. Bağdâd, Şam ve Hicaz’da meşhûr oldu. Üç kıt’anın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı a’zam’ın (rahmetullahi aleyh) sohbetleriyle olgunlaştı. İmâm-ı a’zam hazretleri onu medhedip; “İbrahim bin Edhem seyyidimiz ve sevdiğimizdir” buyurmuştur. Dinde fakîh ve müctehid oldu. Çeştiyye yolunun büyükleri arasında yer aldı. Rumlara karşı yapılan cihâdlara katıldı. Arab lisânını çok fasîh konuşurdu. Yahya bin Sa’îd el-Ensârî, Sa’îd bin Mezbân, Mukâtil bin Süleyman ve Süfyân-ı Sevrî’den, Sevrî de, İbrahim bin Edhem’den hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuştur. Evzâî, Şakîk-i Belhî, İbrahim bin Beşar, kendisinden hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuşlardır. Nesâî, Dâre Kutnî, İmâm-ı Buhârî onun sika (güvenilir) bir râvî olduğunu bildirmişlerdir. Buhârî Sahîh’inde Edeb; Tirmizî Taharet kısmında kendisinden rivayette bulunmuşlardır. Babası Edhem, Belh şehri pâdişâhı idi. İbrahim bin Edhem ise, şehzade olup, köşklerde oturur, avlanmayı severdi. Her türlü imkâna sahip, her istediğini yer, her istediğini giyer, bütün emirleri hemen yapılırdı. Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. Fakat o, bütün bunları terkedip, Allahü teâlâya gönül verdi. Mübarek sözleri ve kerametleri dilden dile dolaşıp, muhabbeti hep gönüllerde yaşadı. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat o hâlâ unutulmamıştır. Tacını, tahtını bırakıp evliyadan olması hususunda şu rivayetler vardır. Bir gece tahtı, üzerinde uyumuştu. Bir ses duyup uyandı. Tavan sallanıyordu. Damda biri vardı. “Damdaki kimdir?” diye seslendi. “Tanıdık biriyim, devemi kaybettim de onu arıyorum” dedi. “Hey şaşkın damda deve olur mu?” deyince, demdaki zât; “Ey gafil! Sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde olduğun hâlde arıyorsun! Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?” dedi. İbrahim bin Edhem hazretleri bu sözlerden çok etkilendi. Kalbi, Allahü teâlânın aşkı ile yanmaya başladı. O zamana kadar bilip bilmediği bütün günâhlarına hatâ ve kusurlarına tövbe etti. Başka bir rivayet de şöyledir: Bir gün sarayda umûmî bir ziyafet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler bekliyorlardı. Bu sırada gayet heybetli bir zât çıkageldi. Asker ve hizmetçilerden hiç kimse ona; “Sen kimsin, burada ne işin var?” deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta, İbrahim bin Edhem; “Ne istiyorsun?” deyince, o zât; “Bu handa konaklamak istiyorum” dedi. İbrahim Edhem; “Burası han değil, benim sarayımdır” cevâbını verdi. O zât; “O hâlde bu saray bundan evvel kimin idi?” diye sorunca, İbrahim Edhem; “Pederimin idi” dedi. Gelen zât; “Ondan evvel kimin idi?” diye tekrar sordu. İbrahim Edhem; “Filân zâtın” dedi. O zât; “Ondan evvel kimin idi?” diye sorduğunda, İbrahim Edhem; “Filân oğlu filânın” cevâbına, o zâtın; “Bunlar ne oldu?” suâline de İbrahim Edhem; “Öldüler” cevâbını verdiğinde, gelen heybetli kimse; “Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmede?” diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbrahim Edhem o zâtın peşine düştü ve sordu; “Sen kimsin?” O zât da; “Ben Hızır’ım” dedi. Bir gün atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de alıp ava çıktı. Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden; “Yâ İbrahim sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!” diye bir ses işitti. “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu günden sonra Allah’a isyan etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı istiyor” dedi. Bu hâdise üzerine o kadar çok ağladı ki, elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının çobanlarından birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi elbiselerini ona verdi. Herşeyi bırakıp, Allahü teâlânın razı olduğu yola girdi. Her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatde bulunmak için kendisine dünyâ meşgalelerinden uzak, sakin bir yer aradı. Nişâbur civarındaki bir mağarada dokuz sene kaldı. Mağarada bulunduğu bir gece yıkanması îcâb etti. Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak suretiyle gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın derisinden yapıldığını anlayıp, Allahü teâlâya hamd etti. İbrahim bin Edhem hazretleri, bu mağarada kalırken, insanlar onun büyüklüğünü anlamaya başladılar. Bunun üzerine o, bu mağarayı terketti ve Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. İbrahim bin Edhem ayrıldıktan sonra, ikâmet ettiği mağarayı ziyaret eden Şeyh Ebû Sa’îd isminde bir zât, hayret edip; “Sübhânallah! O ne mübarek bir zât imiş. Burada bulunması bereketiyle burası öyle güzel kokuyor ki, eğer mağarayı misk ile doldursalar, öyle güzel kokmaz” dedi. Sahrada giderken bir zât ile karşılaştı. O zât kendisine İsm-i a’zamı, Allahü teâlânın en büyük ismini öğretti. Bununla Allahü teâlâya dua etti. Hızır aleyhisselâm ile görüştü. O, kendisine; “Sana, ism-i a’zamı öğreten kimse İlyas (aleyhisselâm) idi” dedi ve çok sohbet ettiler. Nakledildiğine göre, İbrahim bin Edhem, Mekke-i mükerremeye ulaşabilmek için sahrayı on dört senede katedebildi. Bir müddet gidiyor, iki rek’at namaz kılıyordu. Bu şekilde Mekke’ye ulaştı. Böyle bir zâtın geldiğini Harem-i şerîfin âlimleri haber aldılar ve kendisini karşılamak üzere yola çıktılar. Böyle zâtları karşılamak âdetleri idi. O ise, kimse beni tanımasın diye, bir kafilenin önüne düşmüş geliyordu. Başkaları da kendisini karşılamak ve görmek istiyorlardı. Kafilenin önünde bulunan İbrahim bin Edhem’e yaklaşıp; “Acaba İbrahim bin Edhem yaklaştı mı?” Harem-i şerîfin âlimleri kendisini karşılamaya geliyorlar da...” dediler. O ise; “Bırakın o kötü kimseyi! Ondan ne istiyorsunuz?” buyurdu. O kimseler, İbrahim bin Edhem’in ensesine bir tokat vurdular ve; “Sen öyle yüksek bir zâta nasıl kötü diyebilirsin. Böyle söylemekle asıl sen kötü oluyorsun” dediler. İbrahim bin Edhem de; “İşte ben de aynı şeyi söylüyorum” buyurdu. Onlar ayrılıp gittikden sonra, kendi nefsine; “Sen ne kadar cür’etlisin. Mekke âlimlerinin seni karşılamalarını mı arzu ediyorsun? Hâlbuki onlar mübarek ve muhterem zâtlardır. Böyle bir şeyi istemeye nasıl cesaret edebiliyorsun? Ama sen, tokat vurulmakla sana asıl lâyık olana kavuştun” diyordu. Bir müddet sonra, kendisini tanıyıp özür dilediler. Burada kısa zamanda kendisine eş-dost buldu. Çalışıp kazanarak alın teri ile nafakasını te’min ederdi. Bir defa Halîfe Mu’tasım ona; “Mesleğin nedir?” diye sordu. Cevâbında buyurdu ki: “Bu dünyâyı, dünyâya tâlib olanlara bıraktım. Bu dünyâda Allahü teâlânın zikrini, âhırette de dîdârını, cemâli ile müşerref olmayı tercih edip, bunlar için çalışmayı kendime meslek edindim” buyurdu. Yolda bir taş gördü. Üzerinde “Çevir ve altını oku” yazılıydı. Çevirdi, “Eğer öğrendiğinle amel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun” yazısını okudu ve; “Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur” diye ağladı. İbrahim bin Edhem hazretleri helâl lokma yemeğe çok dikkat eder ve herkese de tavsiye buyururlardı. Bir gün kendisine; “Falanca yerde bir genç var. Gecegündüz ibâdet ediyor, kendinden geçiyor” dediler. Gencin yanına gidip üç gün misafir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, halsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşırıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat edince, helâlden olmadığını gördü. “Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytandandır” deyip onu evine davet etti. Kendi helâl yiyeceklerinden biraz yedirince, gencin hâli değişip, eski aşkı, arzusu ve gayreti kalmadı. Genç, İbrahim’e sorup; “Bana ne yapdın?” deyince “Yediklerin helâlden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helâl yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı” dedi. İbrahim bin Edhem (rahmetullahi aleyh), helâl kazanmak için zaman zaman da sırtında odun taşırdı. Yine odun taşıdığı bir gün de İmâm-ı Evzâî, onun sırtında odunları görüp niçin bu kadar sıkıntı çektiğini sordu. İbrahim bin Edhem; “Öyle söyleme, hadîs-i şerîfte; “Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur.” buyruldu” dedi. Bir gün bir köle satın almış idi. Ona sordu: “İsmin nedir?” Köle; “Ne diye çağırırsanız odur” dedi. İbrahim bin Edhem; “Ne yersiniz?” diye sordu. Köle; “Ne yedirirseniz odur” diye cevap verdi. İbrahim bin Edhem; “Ne iş yaparsınız?” buyurdu. Köle; “Ne emrederseniz onu” dedi. İbrahim bin Edhem; “Neyi arzu edersiniz?” diye sorduğunda, kölenin; “Kölenin hiç arzusu olur mu? Onun arzu ile ne işi var?” müthiş cevâbı üzerine, İbrahim bin Edhem kendi kendine; “Ey miskin, acaba sen ömür boyu Hak teâlâya böyle kul olabildin mi? Kulluğu bundan öğren” deyip, ağlayarak kendinden geçti. İbrahim bin Edhem hazretlerine “Allahü teâlâya nasıl kavuşulur?” diye sorduklarında, cevap olarak; “Allahü teâlâyı tanımak isteyen bir kimsenin kalbinden şu üç perde kalkmadıkça O’na kavuşamaz: 1-Ebedî ihsâna karşı, dünyâ ve âhıretin mülkünü ona verseler sevinmemelidir. 2-Dünyâ mülkünün hepsi onun olsa, bunu daha sonra ondan alsalar kaybettim diye üzülmemelidir. 3-Övülmeye ve medh olunmaya aldanmamalıdır” buyurdu. Kendisinden bir zât nasihat istediğinde buyurdu ki; Altı şeyi kabul edip yaparsan, hiç bir işin sana zarar vermez. Dünyâda ve âhırette rahat edersin. O altı şey şunlardır: 1-Günah yapacağın zaman, Allahü teâlânın sana verdiği rızkı yeme. 2-Ona âsî olmak istersen, O’nun mülkünden çık. Mülkünde olup da O’na isyan etmek uygun olur mu? 3-O’na isyan etmek istersen, gör düğü yerde günâh yapma. Görmediği yerde yap. O’nun mülkünde olup, verdiği rızkı yiyip, gördüğü yerde günah yapmak uygun değildir. 4-Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Şimdi kudretin var, güç kuvvetin yerinde iken tövbe et. Tövbe edilecek zaman bu zamandır. Zira ölüm çok anî gelir. 5-Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek, suâl için geldiklerinde, onları kov. Seni imtihan etmesinler. Soran kimse dedi ki: “Buna imkân yoktur.” İbrahim Edhem; “Öyle ise şimdiden onlara cevap hazırla” buyurdu. 6-Kıyamet günü Allahü teâlâ; “Günâhı olanlar Cehennem’e gitsin” diye emir edince; “Ben gitmem” de! Soran kimse; “Bu sözümü dinlemezler” dedi ve tövbe edip ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi. Kendisine; “Allahü teâlâ meâlen; “Ey kullarım, benden isteyiniz, kabul ederim, veririm.” (Mü’min sûresi: 60) buyuruyor. Hâlbuki istiyoruz vermiyor?” diye sorduklarında; Cevaben; “Allahü teâlâyı çağırırsınız, O’na itaat etmezsiniz. Kur’ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinden faydalanırsınız, O’na şükretmezsiniz. Cennet’in ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem’i âsîler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler? Dualarının netîcesi, yalnız bu olursa yetmez mi?” buyurdu. İbrahim bin Edhem hazretleri bir gün yatsı namazını kılıp uzun uzun dua etti ve; “Yâ Rabbî! Bana müslüman olarak ölmeyi nasîb et! Sâlihler zümresine kat!” diye yalvardı. Sonra seccadesinin üstünde bir müddet oturup durdu. Tefekküre daldı. Tam o sırada, karşısına temiz kıyafetli, heybetli bir genç dikiliverdi. Yüzü ay gibi parlıyordu. Bembeyaz bir elbise giymişti. Çok güzel kokular sürmüş, gülümsüyordu. İbrahim bin Edhem hazretlerini bir şaşkınlık almıştı. Ona dönüp; “Siz kimsiniz?” diye sordu. Gelen; “Ben melek-ül-mevt’im. Ölüm vakti gelenlerin ruhunu kabzederim” deyince, İbrahim bin Edhem hazretleri daha da şaşırdı. Seccadesinin önüne dikilen bu güzel yüzlü genç, insan olamazdı. Sessiz sedasız gelmiş, karşısına nasıl dikilmişti. Şaşkınlığı devam ederken, Allah iyi kullarının ruhunu alması için Azrail aleyhisselâmı, güzel sûretli bir genç şeklinde göndereceğini, hatırlıyarak ölüm ânının geldiğini anladı. Ziyadesiyle sevinerek; “Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun” diye dua etti. O esnada, kirâmen kâtibîn melekleri de göründüler. Yaptığı iyi işleri yazmışlar, gösteriyorlardı. Sonra Cennet’teki makamı gösterildi. Bundan sonra da ruhu kabzedildi. Buyurdu ki: “Öbür dünyâda terazide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.” “İşittiğime göre, kıyamet günü insan, daha çok utansın diye tanıdıklarının yanında hesaba çekilir.” “İlmi, amel için öğreniniz. Çokları bunda yanıldı. İlmleri dağlar gibi büyüdü, amelleri ise zerre gibi küçüldü.” Her zaman şöyle dua ederdi: “Yâ Rabbî! Beni günah alçaklığından kurtar. Sana tâat (ibâdet) lezzetine ulaştır.” BALIĞIN AĞZINDAKİ İĞNE İbrahim bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyuduğunda, ağzında nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serinlik yaptı. Kendisi anlattı: “Bağ sahibi bir gün gelip bana; “Tatlı nar getir” dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine “Tatlı nar getir” dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine “Tatlı nar getir” dedi. Bir tabak daha götürdüm. Bu sefer de ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sahibi; “Sübbânallah! Bunca zamandır burada bekçisin, yine narın tatlısını ekşisinden ayırd edemiyorsun” dedi. Ben de; “Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?” diye cevap verdim. Bağ sahibi; Sendeki bu hâle bakınca, İbrahim bin Edhem’sin diyeceğim geliyor” dedi. Bu sözü işitince tanınmamak için hemen ayrılıp gittim.” İbrahim bin Edhem (rahmetullahi aleyh) bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini yamıyordu. Beldenin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrahim bin Edhem hazretlerinin başında durdu. Vali onu seyrederken şöyle düşündü: “Bak şu dünün hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?”İbrahim bin Edhem, valinin aklından geçenleri anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin” deyince, bir balık, ağzında İbrahim Edhem’in denize attığı iğneyi getirdi, İbrahim bin Edhem, iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döndü: “Elime bu iğne geçti” buyurdu. “Yâni, ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerameti verdi” demek istedi.
Ibrahim Bin Ethem Hazretleri 1. Bolum
Jul 4 2023
Ibrahim Bin Ethem Hazretleri 1. Bolum
Tabiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 714 (H. 96)’da Belh şehrinde doğup, 779 (H. 162)’de Şam’da vefat etti. İsmi, İbrahim bin Edhem bin Mansûr olup, künyesi Ebû ishâk’dır. Nesebi hazret-i Ömer’e dayanır. Fudayl bin Iyâd’dan feyz aldı. İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râî ve Şeyh Mansûr Selâmî’nin sohbetinde bulunmuş, Veysel Karanı hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir. Bağdâd, Şam ve Hicaz’da meşhûr oldu. Üç kıt’anın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı a’zam’ın (rahmetullahi aleyh) sohbetleriyle olgunlaştı. İmâm-ı a’zam hazretleri onu medhedip; “İbrahim bin Edhem seyyidimiz ve sevdiğimizdir” buyurmuştur. Dinde fakîh ve müctehid oldu. Çeştiyye yolunun büyükleri arasında yer aldı. Rumlara karşı yapılan cihâdlara katıldı. Arab lisânını çok fasîh konuşurdu. Yahya bin Sa’îd el-Ensârî, Sa’îd bin Mezbân, Mukâtil bin Süleyman ve Süfyân-ı Sevrî’den, Sevrî de, İbrahim bin Edhem’den hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuştur. Evzâî, Şakîk-i Belhî, İbrahim bin Beşar, kendisinden hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuşlardır. Nesâî, Dâre Kutnî, İmâm-ı Buhârî onun sika (güvenilir) bir râvî olduğunu bildirmişlerdir. Buhârî Sahîh’inde Edeb; Tirmizî Taharet kısmında kendisinden rivayette bulunmuşlardır. Babası Edhem, Belh şehri pâdişâhı idi. İbrahim bin Edhem ise, şehzade olup, köşklerde oturur, avlanmayı severdi. Her türlü imkâna sahip, her istediğini yer, her istediğini giyer, bütün emirleri hemen yapılırdı. Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. Fakat o, bütün bunları terkedip, Allahü teâlâya gönül verdi. Mübarek sözleri ve kerametleri dilden dile dolaşıp, muhabbeti hep gönüllerde yaşadı. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat o hâlâ unutulmamıştır. Tacını, tahtını bırakıp evliyadan olması hususunda şu rivayetler vardır. Bir gece tahtı, üzerinde uyumuştu. Bir ses duyup uyandı. Tavan sallanıyordu. Damda biri vardı. “Damdaki kimdir?” diye seslendi. “Tanıdık biriyim, devemi kaybettim de onu arıyorum” dedi. “Hey şaşkın damda deve olur mu?” deyince, demdaki zât; “Ey gafil! Sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde olduğun hâlde arıyorsun! Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?” dedi. İbrahim bin Edhem hazretleri bu sözlerden çok etkilendi. Kalbi, Allahü teâlânın aşkı ile yanmaya başladı. O zamana kadar bilip bilmediği bütün günâhlarına hatâ ve kusurlarına tövbe etti. Başka bir rivayet de şöyledir: Bir gün sarayda umûmî bir ziyafet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler bekliyorlardı. Bu sırada gayet heybetli bir zât çıkageldi. Asker ve hizmetçilerden hiç kimse ona; “Sen kimsin, burada ne işin var?” deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta, İbrahim bin Edhem; “Ne istiyorsun?” deyince, o zât; “Bu handa konaklamak istiyorum” dedi. İbrahim Edhem; “Burası han değil, benim sarayımdır” cevâbını verdi. O zât; “O hâlde bu saray bundan evvel kimin idi?” diye sorunca, İbrahim Edhem; “Pederimin idi” dedi. Gelen zât; “Ondan evvel kimin idi?” diye tekrar sordu. İbrahim Edhem; “Filân zâtın” dedi. O zât; “Ondan evvel kimin idi?” diye sorduğunda, İbrahim Edhem; “Filân oğlu filânın” cevâbına, o zâtın; “Bunlar ne oldu?” suâline de İbrahim Edhem; “Öldüler” cevâbını verdiğinde, gelen heybetli kimse; “Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmede?” diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbrahim Edhem o zâtın peşine düştü ve sordu; “Sen kimsin?” O zât da; “Ben Hızır’ım” dedi. Bir gün atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de alıp ava çıktı. Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden; “Yâ İbrahim sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!” diye bir ses işitti. “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu günden sonra Allah’a isyan etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı istiyor” dedi. Bu hâdise üzerine o kadar çok ağladı ki, elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının çobanlarından birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi elbiselerini ona verdi. Herşeyi bırakıp, Allahü teâlânın razı olduğu yola girdi. Her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatde bulunmak için kendisine dünyâ meşgalelerinden uzak, sakin bir yer aradı. Nişâbur civarındaki bir mağarada dokuz sene kaldı. Mağarada bulunduğu bir gece yıkanması îcâb etti. Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak suretiyle gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın derisinden yapıldığını anlayıp, Allahü teâlâya hamd etti. İbrahim bin Edhem hazretleri, bu mağarada kalırken, insanlar onun büyüklüğünü anlamaya başladılar. Bunun üzerine o, bu mağarayı terketti ve Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. İbrahim bin Edhem ayrıldıktan sonra, ikâmet ettiği mağarayı ziyaret eden Şeyh Ebû Sa’îd isminde bir zât, hayret edip; “Sübhânallah! O ne mübarek bir zât imiş. Burada bulunması bereketiyle burası öyle güzel kokuyor ki, eğer mağarayı misk ile doldursalar, öyle güzel kokmaz” dedi. Sahrada giderken bir zât ile karşılaştı. O zât kendisine İsm-i a’zamı, Allahü teâlânın en büyük ismini öğretti. Bununla Allahü teâlâya dua etti. Hızır aleyhisselâm ile görüştü. O, kendisine; “Sana, ism-i a’zamı öğreten kimse İlyas (aleyhisselâm) idi” dedi ve çok sohbet ettiler. Nakledildiğine göre, İbrahim bin Edhem, Mekke-i mükerremeye ulaşabilmek için sahrayı on dört senede katedebildi. Bir müddet gidiyor, iki rek’at namaz kılıyordu. Bu şekilde Mekke’ye ulaştı. Böyle bir zâtın geldiğini Harem-i şerîfin âlimleri haber aldılar ve kendisini karşılamak üzere yola çıktılar. Böyle zâtları karşılamak âdetleri idi. O ise, kimse beni tanımasın diye, bir kafilenin önüne düşmüş geliyordu. Başkaları da kendisini karşılamak ve görmek istiyorlardı. Kafilenin önünde bulunan İbrahim bin Edhem’e yaklaşıp; “Acaba İbrahim bin Edhem yaklaştı mı?” Harem-i şerîfin âlimleri kendisini karşılamaya geliyorlar da...” dediler. O ise; “Bırakın o kötü kimseyi! Ondan ne istiyorsunuz?” buyurdu. O kimseler, İbrahim bin Edhem’in ensesine bir tokat vurdular ve; “Sen öyle yüksek bir zâta nasıl kötü diyebilirsin. Böyle söylemekle asıl sen kötü oluyorsun” dediler. İbrahim bin Edhem de; “İşte ben de aynı şeyi söylüyorum” buyurdu. Onlar ayrılıp gittikden sonra, kendi nefsine; “Sen ne kadar cür’etlisin. Mekke âlimlerinin seni karşılamalarını mı arzu ediyorsun? Hâlbuki onlar mübarek ve muhterem zâtlardır. Böyle bir şeyi istemeye nasıl cesaret edebiliyorsun? Ama sen, tokat vurulmakla sana asıl lâyık olana kavuştun” diyordu. Bir müddet sonra, kendisini tanıyıp özür dilediler. Burada kısa zamanda kendisine eş-dost buldu. Çalışıp kazanarak alın teri ile nafakasını te’min ederdi. Bir defa Halîfe Mu’tasım ona; “Mesleğin nedir?” diye sordu. Cevâbında buyurdu ki: “Bu dünyâyı, dünyâya tâlib olanlara bıraktım. Bu dünyâda Allahü teâlânın zikrini, âhırette de dîdârını, cemâli ile müşerref olmayı tercih edip, bunlar için çalışmayı kendime meslek edindim” buyurdu. Yolda bir taş gördü. Üzerinde “Çevir ve altını oku” yazılıydı. Çevirdi, “Eğer öğrendiğinle amel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun” yazısını okudu ve; “Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyamamıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur” diye ağladı. İbrahim bin Edhem hazretleri helâl lokma yemeğe çok dikkat eder ve herkese de tavsiye buyururlardı. Bir gün kendisine; “Falanca yerde bir genç var. Gecegündüz ibâdet ediyor, kendinden geçiyor” dediler. Gencin yanına gidip üç gün misafir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, halsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşırıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat edince, helâlden olmadığını gördü. “Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytandandır” deyip onu evine davet etti. Kendi helâl yiyeceklerinden biraz yedirince, gencin hâli değişip, eski aşkı, arzusu ve gayreti kalmadı. Genç, İbrahim’e sorup; “Bana ne yapdın?” deyince “Yediklerin helâlden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O hâller, şeytandan oluyordu. Helâl yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı” dedi. İbrahim bin Edhem (rahmetullahi aleyh), helâl kazanmak için zaman zaman da sırtında odun taşırdı. Yine odun taşıdığı bir gün de İmâm-ı Evzâî, onun sırtında odunları görüp niçin bu kadar sıkıntı çektiğini sordu. İbrahim bin Edhem; “Öyle söyleme, hadîs-i şerîfte; “Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur.” buyruldu” dedi. Bir gün bir köle satın almış idi. Ona sordu: “İsmin nedir?” Köle; “Ne diye çağırırsanız odur” dedi. İbrahim bin Edhem; “Ne yersiniz?” diye sordu. Köle; “Ne yedirirseniz odur” diye cevap verdi. İbrahim bin Edhem; “Ne iş yaparsınız?” buyurdu. Köle; “Ne emrederseniz onu” dedi. İbrahim bin Edhem; “Neyi arzu edersiniz?” diye sorduğunda, kölenin; “Kölenin hiç arzusu olur mu? Onun arzu ile ne işi var?” müthiş cevâbı üzerine, İbrahim bin Edhem kendi kendine; “Ey miskin, acaba sen ömür boyu Hak teâlâya böyle kul olabildin mi? Kulluğu bundan öğren” deyip, ağlayarak kendinden geçti. İbrahim bin Edhem hazretlerine “Allahü teâlâya nasıl kavuşulur?” diye sorduklarında, cevap olarak; “Allahü teâlâyı tanımak isteyen bir kimsenin kalbinden şu üç perde kalkmadıkça O’na kavuşamaz: 1-Ebedî ihsâna karşı, dünyâ ve âhıretin mülkünü ona verseler sevinmemelidir. 2-Dünyâ mülkünün hepsi onun olsa, bunu daha sonra ondan alsalar kaybettim diye üzülmemelidir. 3-Övülmeye ve medh olunmaya aldanmamalıdır” buyurdu. Kendisinden bir zât nasihat istediğinde buyurdu ki; Altı şeyi kabul edip yaparsan, hiç bir işin sana zarar vermez. Dünyâda ve âhırette rahat edersin. O altı şey şunlardır: 1-Günah yapacağın zaman, Allahü teâlânın sana verdiği rızkı yeme. 2-Ona âsî olmak istersen, O’nun mülkünden çık. Mülkünde olup da O’na isyan etmek uygun olur mu? 3-O’na isyan etmek istersen, gör düğü yerde günâh yapma. Görmediği yerde yap. O’nun mülkünde olup, verdiği rızkı yiyip, gördüğü yerde günah yapmak uygun değildir. 4-Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman tövbe edinceye kadar izin iste. O meleği kovamazsın. Şimdi kudretin var, güç kuvvetin yerinde iken tövbe et. Tövbe edilecek zaman bu zamandır. Zira ölüm çok anî gelir. 5-Mezarda Münker ve Nekir ismindeki iki melek, suâl için geldiklerinde, onları kov. Seni imtihan etmesinler. Soran kimse dedi ki: “Buna imkân yoktur.” İbrahim Edhem; “Öyle ise şimdiden onlara cevap hazırla” buyurdu. 6-Kıyamet günü Allahü teâlâ; “Günâhı olanlar Cehennem’e gitsin” diye emir edince; “Ben gitmem” de! Soran kimse; “Bu sözümü dinlemezler” dedi ve tövbe edip ölünceye kadar tövbesinden vazgeçmedi. Kendisine; “Allahü teâlâ meâlen; “Ey kullarım, benden isteyiniz, kabul ederim, veririm.” (Mü’min sûresi: 60) buyuruyor. Hâlbuki istiyoruz vermiyor?” diye sorduklarında; Cevaben; “Allahü teâlâyı çağırırsınız, O’na itaat etmezsiniz. Kur’ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerinden faydalanırsınız, O’na şükretmezsiniz. Cennet’in ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem’i âsîler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler? Dualarının netîcesi, yalnız bu olursa yetmez mi?” buyurdu. İbrahim bin Edhem hazretleri bir gün yatsı namazını kılıp uzun uzun dua etti ve; “Yâ Rabbî! Bana müslüman olarak ölmeyi nasîb et! Sâlihler zümresine kat!” diye yalvardı. Sonra seccadesinin üstünde bir müddet oturup durdu. Tefekküre daldı. Tam o sırada, karşısına temiz kıyafetli, heybetli bir genç dikiliverdi. Yüzü ay gibi parlıyordu. Bembeyaz bir elbise giymişti. Çok güzel kokular sürmüş, gülümsüyordu. İbrahim bin Edhem hazretlerini bir şaşkınlık almıştı. Ona dönüp; “Siz kimsiniz?” diye sordu. Gelen; “Ben melek-ül-mevt’im. Ölüm vakti gelenlerin ruhunu kabzederim” deyince, İbrahim bin Edhem hazretleri daha da şaşırdı. Seccadesinin önüne dikilen bu güzel yüzlü genç, insan olamazdı. Sessiz sedasız gelmiş, karşısına nasıl dikilmişti. Şaşkınlığı devam ederken, Allah iyi kullarının ruhunu alması için Azrail aleyhisselâmı, güzel sûretli bir genç şeklinde göndereceğini, hatırlıyarak ölüm ânının geldiğini anladı. Ziyadesiyle sevinerek; “Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun” diye dua etti. O esnada, kirâmen kâtibîn melekleri de göründüler. Yaptığı iyi işleri yazmışlar, gösteriyorlardı. Sonra Cennet’teki makamı gösterildi. Bundan sonra da ruhu kabzedildi. Buyurdu ki: “Öbür dünyâda terazide en ağır amel, burada bedene en zor gelenidir.” “İşittiğime göre, kıyamet günü insan, daha çok utansın diye tanıdıklarının yanında hesaba çekilir.” “İlmi, amel için öğreniniz. Çokları bunda yanıldı. İlmleri dağlar gibi büyüdü, amelleri ise zerre gibi küçüldü.” Her zaman şöyle dua ederdi: “Yâ Rabbî! Beni günah alçaklığından kurtar. Sana tâat (ibâdet) lezzetine ulaştır.” BALIĞIN AĞZINDAKİ İĞNE İbrahim bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyuduğunda, ağzında nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serinlik yaptı. Kendisi anlattı: “Bağ sahibi bir gün gelip bana; “Tatlı nar getir” dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine “Tatlı nar getir” dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine “Tatlı nar getir” dedi. Bir tabak daha götürdüm. Bu sefer de ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sahibi; “Sübbânallah! Bunca zamandır burada bekçisin, yine narın tatlısını ekşisinden ayırd edemiyorsun” dedi. Ben de; “Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?” diye cevap verdim. Bağ sahibi; Sendeki bu hâle bakınca, İbrahim bin Edhem’sin diyeceğim geliyor” dedi. Bu sözü işitince tanınmamak için hemen ayrılıp gittim.” İbrahim bin Edhem (rahmetullahi aleyh) bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini yamıyordu. Beldenin valisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrahim bin Edhem hazretlerinin başında durdu. Vali onu seyrederken şöyle düşündü: “Bak şu dünün hükümdarına! Böyle yapmakla eline ne geçti?”İbrahim bin Edhem, valinin aklından geçenleri anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı. Sonra; “Balıklar iğnemi getirin” deyince, bir balık, ağzında İbrahim Edhem’in denize attığı iğneyi getirdi, İbrahim bin Edhem, iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra valiye döndü: “Elime bu iğne geçti” buyurdu. “Yâni, ben Allahü teâlâdan gayrı olanları bırakıp, bütün varlığımla O’na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerameti verdi” demek istedi.